Başlığa bakıp şaşırmamışsınızdır umarım. Hırsızlık hırsızlıktır, bunu bir hukukçu olarak gayet iyi biliyorum.
Dini literatürde “Makâsidü’ş-Şeria” adı verilen, dar anlamıyla “dinî bildirime dayalı amelî hükümler” manasındaki şeriat kelimesiyle birlikte kullanıldığında “dinin gayeleri” olarak adlandırabileceğimiz beş hususun bir tanesi de ‘Malın korunması’dır.
Konumuzla ilgisi yok ama bahsetmişken dinin gönderiliş gayelerini de sıralamak uygun olacaktır. Bunlar, 1) Dinin, 2) Canın, 3) Aklın, 4) Neslin ve 5) Malın korunması’dır.
İslam dini helal yollarla ve kazançlarla elde edilmiş malları koruma altına almıştır. Hırsızlık, yankesicilik, gasp, başkasının malına zarar vermek gibi şeyler haram kılınmıştır. İslam hukukundaki en ağır cezalardan bir tanesinin hırsızlık yapana verildiği herkesin malumudur. Mallarını korumaktan aciz olan deli, çocuk, bunamış kimselerin hacr altına alındığını da bilmek gerekir.
Malın korunması; onu israfla saçıp savurmadan tasarruf etmek, zekâtın verilmesi, hırsızlığa karşı gerekli tedbirleri almak ve malı gasbetmek isteyene karşı onu kuvvet kullanarak savunmak şekillerinde olabilir.
Malın korunmuş olması, hem başkalarının tecavüz ve saldırısına mani olunmasını, hem mülk sahibinin geçerli kurallar dairesinde malını istediği gibi satmak, değiştirmek, vasiyet etmek, hibe etmek veya herhangi bir şekilde tasarrufta bulunmakta hür ve serbest olmasını gerektirir.
Bir Müslüman kimse malını savunurken ölürse şehit sayılır. Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadisi şerifte şöyle buyurulur: “Kim malını savunmaktan dolayı öldürülürse, o şehittir ve ona cennet vardır.”
İslam sadece bireylerin mallarını korumakla kalmaz, topluma ait malları, devletin ve belediyelerin bütçelerini de titizlikle korur. Topluma ait malları ve bütçeleri zimmetine geçirenlere, saçı bitmedik yetimlerin haklarını yiyenlere, ihalelere fesat karıştıranlara, gayrimeşrû rantlar elde edenlere İslam hukukunda ağır cezalar öngörülmüştür.
Günümüzde, kamu malını korumak, sihirli bir deyim gibi bütün kapıları açmak için kullanılmaktadır. Bu deyim, başta siyasîler olmak üzere, kamuda çalışan insanlara en kolay atılabilecek iftiraları da içinde barındıran bir sır saklamaktadır sanki. Kamu malını korumak sadece kamuda çalışanların göreviymiş gibi oluşturulan yanlış algılara da aldanmamak gerekir. Sorumluluk makamında bulunanların elbette daha titiz ve özenli davranmaları gerekir ama kamu malını çeşitli (kendince haklı ve haksız) gerekçelerle yemek düşüncesinde olanların sadece kamuda çalışanlar olmadıklarını da biliyorum.
Fert olarak bizler ne zaman kaybetmeye başladık? Büyük günahlardan kaçınmaya özen gösterirken, önemsizmiş gibi küçük haksızlıklara önce göz yummaya, ardından da kendimiz işlemeye başladığımız zaman hem dünyamızı hem de ahiretimizi tarumar ettik. Fakat hayatın akışı içerisinde bunun farkına varamadık. Farkına varanlar da elde ettikleri küçük ama haksız kazançların aile bütçesine katkıları sebebiyle görmezden gelmeyi tercih etti.
Bugün üzerinde durmak istediğim konu tam da bu. Neredeyse 25 yıla varan çalışma hayatımda geldiğim nokta EN ADİ HIRSIZ olarak adlandırdığım noktadır. Kendi hayatımdan bir örnek vererek konuyu bitireyim.
Öğretmenliğe başladığım ilk gün, okulun diğer Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni yanıma geldi. Hoşbeşten sonra bana;
-Hocam, sen yüksek lisans yapıyormuşsun. Senin iki gününü boşaltalım, sadece maaş karşılığı derse gir geri kalanlara ben girerim, dedi.
Hani derler ya, “Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz” idarecilere nasıl söylerim diye tasalanırken, iki günümün boşaltılacak olması beni ziyadesiyle memnun etmişti. O yılı bu şekilde bitirdim ama görev yaptığım meslektaşım ve branştaşımın bütün akçeli işlerde deyim yerinde ise kendine yontması, idareci, öğretmen, veli ve öğrenciler arasında o kadar nahoş karşılanıyordu ki, bu durum ister istemez Din Kültürü öğretmeni olarak sizi de rahatsız ediyordu.
İlk yılın tatil dönüşü, tanıdığım en dürüst insanlardan birisi olan müdür yardımcım (fikren de solcu bir ağabeyimiz) bana;
-Hocam, yüksek lisans yaptığını biliyorum. Bu iki günü boşaltma konusunda ben sana yardımcı olacağım. Fazla dersleri aranızda bölüştüreceğim. İkinizde haftada 24 saat derse gireceksiniz. Diğer arkadaş ders ücreti azalacağından ortalığı karıştıracak. Senden istirhamım lütfen onunla beni karşı karşıya getirme. Ben istedim müdür yardımcısı da yaptı demeni istiyorum, dedi. Kabul ettim. Etmez olaydım. O sene haftada 6 saat ders ücreti azalan arkadaşım, bir daha doğru dürüst benimle konuşmadı, her girdiği sınıfta “Eşit derse giriyoruz onun iki günü boş, ne keyif” diye arkamdan tezvirat yaptı.
Daha sonra çalıştığım diğer okul ve kurumlarda gördüm ki, ufak hesapların peşinde olanlara Allah fırsat verse, yetkili makama otursalar bütün ülkeyi soyup soğana çevirirler. Çünkü mesai arkadaşının üç kuruş emeğine göz dikenler (miktarın hiç önemi yok, davranış bozukluğuna dikkat çekiyorum) uzanabilecekleri haksız kazanç arttıkça daha da tanınmaz hale geliyorlar.
Sonuç olarak şahsi kanaatim, EN ADİ HIRSIZLAR birlikte mesai yaptığı arkadaşlarının az veya çok emeğini çalmaktan korkmayanlardır. Allah (cc), asıl bu tıynetteki insanların ülkemizde büyük makamlara gelmelerini nasip etmesin.