“El-emru bi'l-ma'rûf ve'n-nehyu ani'l-munker” İslam din ve ahlakına uygun olan davranışları toplulukta yayma ve yaşatma, aykırı olanlarını engelleme faaliyetidir. Bu faaliyeti kimin nasıl yapacağı konusunda bazıları ayrı kitap olmak üzere binlerce sayfa yazılmıştır.
Bu faaliyeti kimin yapacağı konusunda:
a) El ile, yaptırım kullanarak yapacak olanın devlet ve onun görevlendirdiği kişiler olacağı,
b) Diğerlerini yapacak olan kişilerin bilgi ve ahlak bakımından buna yeterli olması gerektiği,
c) Daha iyi yapacağım diye daha kötü yapma ihtimali varsa bu ihtimalin gözönüne alınması gerektiği,
d) İhtilaflı (mezhepler ve yorumlar arasında farkların bulunduğu) konularda bir tarafın diğer tarafa bunu yapamayacağı (ancak üzerinde ittifak edilmiş olan konularda insanların doğruya ve iyiye çağırılabileceği) hususları önemle kaydedilmiştir.
Birkaç gün önce emr-i ma'rûf yaptığını söyleyen bir zatın köşesinde yazdıklarını, bu faaliyetin esasları bakımından tenkit edeceğim:
“1945'te başlayan İslâmî hareketi çok iyi biliyorum. Maalesef birtakım İslâmcılar İslâm'a hıyanet etmiştir. Bozuk düzenin haram rantlarını yemek için...Ah şu bir kısım İslâmcılar!..”
1933 yılında doğmuş bir kimse 1945 yılında başlayan İslami hareketi değil, sürecin devamındaki gelişmeleri bilebilir.
Müslüman olup da İslam'a hıyanet edenler günahkârlardır; bunlara “bazı İslamcılar” demek, İslamcılık aleyhinde reklam ve propaganda olur; çünkü bu hıyanet, İslamcılık veya Müslümanlık adına (dinde, İslamcılık'ta bu var diye) yapılmış olmayıp iman ve ahlak zaafından yapılmıştır.
“Bir kısım insanlar şöyle yapıyorlar, yapmasınlar, bu haramdır” demek emr-i ma'r'uf değildir, vaaz ve nasihattir. Emri ma'rûf doğrudan, belli kişilere yönelik olur.
“…Şahsı ön plana çıkmayan, ismi fazla bilinmeyen, lakin işleri perde arkasından yürüten, idare eden, çekip çeviren, baş danışmanlık yapan etkili kişi mânâsına. Bizim Diyanet Başkanlığı'nda da böyle bir zat vardır. Bazı özelliklerini sayayım: Çok güçlü bir devlet adamı tarafından oraya yerleştirilmiştir. Ankara Ekolü'ne mensup olduğu söyleniyor, yani Fazlurrahmancı. Takiyye yapıyor, yani asıl inanç ve meşrebini gizliyor.”
Diyanet'te gerçekten böyle bir kişi varsa bunun adı açıklanmalı ve ilgililer gereğini yapmalıdırlar. Adı açıklanmadan yapılan böyle bir itham insanları şaibe altına sokar ve sû-i zanna sebep olur.
“Son yıllarda Diyanet'te geleneksel, icazetli, Sünnî din âlimlerinin sayısı ve tesiri azaldı, bunların yerlerini "Yerli Oryantalistler", akademisyenler, "açık fikirli" profesörler aldı.”
“Geleneksel, icazetli, Sünnî din âlimi” ifadesi içinde yer alan ilk iki kelimenin karşılığı yıllardan beri yoktur, 'Geleneksel ve icazet” sonraki manalarında İslam'ın ilk asrında da yoktu, bir zamanlar olduğu gibi devam etmesi de şart değildir. Bugün medrese geleneğini devam ettiren hocalar da öğrencilerini okullara gönderiyor ve diploma aldırıyorlar. Biz de böyle yaptık; yani dışarıdan medrese derslerini okuduk ve okula da devam edip diploma aldık.
“Sünnî âlim” sıfatına gelince burada, emr-i ma'rûf itham ve hatta iftiraya kayıyor; çünkü bugün Diyanet'te Sünnî olmayan hiçbir alim yok. Laikçilerin, liberal demokratların, bazı Sünnî olmayan mezhep mensuplarının Diyanet'i ısrarla “Sünnî İslam'a hizmet vermekle” suçladıklarını herkes biliyor, ama anlaşılan yazar henüz duymamış.
“Ehl-i Sünnet İslâmlığında edille-i Erbaa şunlardır: Kur'ân, Sünnet, icmâ ve kıyas. Bunlara dayanmadan sırf kendi yetersiz aklı ile din hükmü verilemez, dinde değişiklik yapılamaz. Reformcu, yenilikçi oryantalistler sözde "bilimsel zihniyete" sahiptir.”
Bu sözlerin Diyanet'te karşılığı yoktur. “Kur'an'a, Sünnete… dayanmadan yetersiz aklı ile hüküm verme” yi Diyanet'e yamamak çok ağır bir iftiradır; ya bu, örnekler verilerek açıklanmalıdır, ispat edilmelidir veya özür dilenmelidir. Diyanet, dini delilleri bir yana atarak hangi konularda aklına ve bilime dayanarak reform yapmış? Böyle bir ithamda bulunmak ne sorumsuzluktur, ne cür'ettir!
“Bunların amaçları nelerdir?”
(Devam edeceğim)