Modernlik, maliyetleri parçalayarak kolay ulaşılır kılmış ancak daha yüksek tüketim formlarını zorlamıştır. İnsanımızın ve devletin büyük paralar harcadığı modern yaşam tarzının kolaylıkları olarak sunulan “çevre”den ne yazık ki istenen sonuçlar alınamamıştır. Örneğin insanımızın toplam sarfiyatı olarak düşündüğümüzde, maliyetleri akla zarar eğitim harcamaları bunlardan biridir. Türkiye’de 1 milyon gencin girdiği üniversite sınavlarına, en az 12 yıl eğitim görerek başvuruluyor. Bu sayıda insan içinden seçilmiş üniversite öğrencisi adayının vasat da olsa yeterli yurt ve dünya algısı/ bilgisi elde etmiş olduğu söylenemeyecektir. Bu iddiamı Cumhuriyet öncesi dönemde yetişmiş hemen tüm aydınımızın kendisine intisap etmekten şeref duyduğu Ahmet Mithat Efendi’ye nispetle söylüyorum.
Ahmet Mithat 1844 yılında İstanbul’da doğar, 6-7 yaşlarında babasını kaybeder ve 1857-1861 yılları arasında Mısır Çarşısı’nda bir attara çırak verilir. Dükkân komşusu Hacı İbrahim’den Kur’an ve Türkçe okuma yazma öğrenirken, Galata’da bir Frenk’ten de Fransızca’ya başlar. 1861’de ağabeyinin Vidin’e atanması ile Vidin’e gider ve üç yıllık Niş Rüştiyesini bitirir. Daha sonra ağabeyi Rusçuk’a tayin olur ve kendisi de Rusçuk’ta bir devlet dairesine memur olarak atanır. Memuriyetle birlikte Arapça, Farsça ve Fransızca'sını ilerletir. 1868’de Tuna Gazetesi’nde muharrir olarak göreve başlar; matbaa mürettipliği ve makinistliği öğrenir. Çok geçmeden de başyazarı olur. Göçmen Komisyonu başkanı olan Şakir Bey’in zengin kitaplığından faydalanır. Ekonomik sıkıntılar içinde yetişmiş, 24 yaşına gelmiş bir genç olarak Ahmet Mithat; üç dil bilmekte ve gazetede başyazarlık yaparken memuriyete de devam etmektedir. Ayrıca elinde ne zaman işsiz kalsa iki de meslek vardır: matbaa mürettipliği ile makinistliği.
Modern yaşantımızın içinde seçilmiş, IQ’su 115’in üstünde çocukları yetiştirmek için yüzbinlerce para harcanıyor. Ayrıca bu çocukların yetişmesi için gerekli mekânları inşa etmek de milyonları buluyor. Böylesi eğitimin sonunda üç dil bilen üniversite mezunu gençlere ulaşılsa bile, bir gazetenin başyazarı olabilecek düzeyde bilgi sahibi bir insana erişilemiyor. Eğitimin sonunda makine parçalarının uzayda nasıl göründüğünü, hacminin ne olduğunu hesaplayan ama ne yazık ki meslek sahibi olamayan insanlar üretmiş bulunuyoruz. Üstelik bu kadar eğitim gördüğü için gençlerin yüksek maaş talep etmesine kimse söz söyleyemez.
Diğer taraftan, gençler beğenmiyor ama bir inşaatta kombi tesisatı döşemenin günlük getirisi 200 TL. Ayın onbeş günü çalışan bir zanaatkâr pekâlâ bunca eğitim gören adamdan çok daha fazla kazanıyor. Modernlik peşinde koşarken insanı kaybediyoruz. IQ’su yüksek gençlerimizi hem yüksek maliyetle eğitiyoruz ve hem de onları eğitimlerine mahsus bir meslekle buluşturamıyoruz.
O zaman Ahmet Mithat’ı yetiştiren muhitin bilgi düzeyinin yüksekliği insana gıbta veriyor. Ölümüne kadar 200’den fazla eser veren Ahmet Mithat bir gazeteci idi. Zamanını çok iyi kullandığını teslim etmek gerekiyor. Ahmet Mithat’ı örnek alınca; görevi araştırmak ve yazmak olan akademi mensubu kadronun ortalama yayın oranının düşüklüğü de insanı düşündürtüyor.
Geçmiş neslin ilmi derinliğini takdir etmek gerekiyor. Sanırım modernleşme sonrasında bir takım disiplinleri kaybettik. "Kur'ân'da Allah ve İnsan", "İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar" gibi çok değişik ilgilerin sahibi olarak kitap yayınlayan Toshihiko Izutsu, 30 kadar dil biliyormuş. O’na Arapça’yı öğreten de Musa Carullah. Musa Carullah, Tokyo'ya gelip Tokyo Camiinde imamlık yapıyor ve İslami ilimler dersleri veriyor. İzutsu Arapça dersi almak istiyor.
Carullah, Izutsu'ya, "Seninle bundan sonra meşhur Arapça gramerini okuyacağız" der. Bunun üzerine Izutsu tabii olarak bu kitabı Tokyo'da nereden bulabileceğini sorar. Carullah cevaben eliyle başını işaret ederek, İşte burada" der ve ilk dersten itibaren, kendi ezberinden Izutsu'ya bahsettiği kitaptan gramer notları yazdırmaya başlar. On yıllar sonra, Izutsu artık Arapça'yı çok iyi öğrenip, Japonya'daki ilk İslâmî İlimler Profesörü olarak Suriye sahaflarında gezerken, Carullah'ın kendisine yazdırdığı eski Arapça notlarıyla kitabı karşılaştırınca, tıpatıp aynı olduğunu şaşkınlıkla farkedecektir." (kaynak: Dücane Cündioğlu, Yeni Şafak).
Zaman su gibi akıp gidiyor, bir şeyler yanlış görünüyor.