İlk ve orta eğitimde bize öğretilenlerin gerekliliğini hep tartışmışızdır. Herhalde sizler de şunlara benzer tepkileri zaman zaman seslendirmişsinizdir:
- Balıkların sindirim sistemini öğrenince bunu hayatta nerede kullanacağım ki?
- Üçgenin iç açıların toplamının neye eşit olduğunu bilmek, bana ne kazandırır ki?
- Mercidabık ve Ridaniye Savaşları' nın yer aldığı tarihi ezberletmek, beynimi gereksiz bilgiyle doldurmaktan başka nedir ki?
Buna benzer tepkiler özellikle, fen bilimlerine yatkın olmayan öğrenciler tarafından, fizik, kimya, matematik gibi derslerde öğretilenlere karşı seslendirilirdi benim çevremde.
Bu öğretilenlerden bazılarına da pek inanmazdık açıkçası.
Örneğin bir "Rezonans Katsayısı" (Veya Titreşim Katsayısı) diye bir şey vardı fizik dersinde öğretilen.
Buna göre her cismin bir titreşim katsayısı vardı.
İnsanların ses tellerinden müzik enstrümanlarına, kulaklardaki kemikçiklerden, radyo ve televizyon yayınlarındaki dalgalara kadar uzanan her alanda, "Frekans"lar söz konusuydu.
Bir kristal şarap bardağının kenarına vurduğunuzda çıkan ıslık gibi ses onun rezonansını yakaladığınız gösterirdi.
Buna en dramatik örnek ise, dışarıdan verilen titreşimle cisimlerin titreşim katsayısı tuttuğunda felaketler olabileceğine ilişkindi. Örneğin bir köprüden uygun adımla geçen askerlerin adımlarının yarattığı titreşimle köprünün titreşim kat sayısı tutarsa, köprü sonunda çökebilirdi.
Biz öğrenciler bunları masal gibi dinlemiştik lise sıralarında.
Gerçekle yüzleşmek
Derken 1973'te ilk Boğaz Köprüsü açıldığında yüz binlerce insan koşarak Asya'dan Avrupa'ya, Avrupa'dan Asya'ya geçmeyi deneyince, köprü titremeye ve beşik gibi sallanmaya başladı. Sonra hemen yayaların geçişi yasaklandı.
O güne kadar "Titreşim katsayısı" olayını masal gibi algılayan bizler, işin gerçekliğini anlayıverdik.
Üstelik aradan geçen yıllar boyunca, bu "Titreşim katsayısının tutması" olgusunun sadece fizik bilim dalının değil, siyasetin, ekonominin ve hatta psikolojinin de ilgi alanına girdiğini yaşayarak gördük.
Ne kadar her alanda "Biz bize benzeriz" desek ve sosyo-politik davranışlarımızın titreşim katsayılarının dünyanın diğer ülkelerinin ve toplumlarınınkilerden çok farklı olduğuna inansak da, sık sık bunun gerçek olmadığını görmekteyiz.
Bu kaçınılmaz olgunun yani "Dünyalı olmak" gerçeğinin son yansımaları, gazetelerimizin Brezilya'daki, Amerika'daki, Çin'deki veya Kenya'daki gazetelerle aynı manşetlerle çıkması değil mi?
"Global ekonomik kriz" sonunda Türkiye'nin gündemi de, dünya gündemiyle aynı titreşim katsayısını yakalamıştır.
Bu durumu "Bize bir şey olmaz" diye karşıladığımızda, fiziki titreşimin köprüleri yıkmasına benzer durumlara tanık olabileceğimizi biliyoruz artık.
Bölücülük olgusu
Gerçi ekonomi dışında da böyle global ve bölgesel katsayı tutulmalarımız fazlasıyla var.
Örneğin merkeziyetçi Sovyet İmparatorluğu'nun çöküp dağılmasıyla ön plana çıkan "Siyasi merkezkaç kuvvetleri"nin, bu coğrafyadaki "Bölücülük" (Veya bölünme) olgusunu nasıl etkileyip güçlendirdiğini, hem Balkanlar'da, hem Ortadoğu'da görmekteyiz.
Ya da "Bize hiç benzemiyorlar ki" diye uzaktan baktığımız Irak'ın, Suriye'nin, Lübnan'ın ve hatta Mısır'ın bile 1516'daki Mercidabık ve Ridaniye savaşları ile, 20'nci yüzyıla kadar "Bizim" olduklarını pek düşünmeyiz.
Bağdat'ın, Basra'nın, Halep ve Şam'ın, Selanik gibi, Rodos gibi Türk toprakları olduklarını aklımıza getirmeyiz.
Kıssadan hisse çıkartacak olursak, ilk ve orta eğitimde öğretilenleri hafife almamalıyız.