Türkiye'de sadece şiir değil, adına dava dediğimiz şeyler de fakir fukaranın sırtından dönüyor. Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Süleyman Çobanoğlu gibi Türk şiirinin birçok önemli şairinin parasız yatılılarda okuduğunu biliyoruz. Yine, kıymetli bir şairimizin "Gitar alacak param olsaydı, şiir yazmazdım" dediği herkesçe malum.
Davalar da böyle. "Dava delisi" diye bilinen insanların neredeyse hepsi fakir kimseler. Çoluk çocuklarının boğazlarından, zorunlu harcamalarından keserek davalarına veriyorlar. Buna karşılık, "yoksulun sırtından doyan doyana" türküsü de yabancımız değil.
Artık yeni bir döneme girdiğimiz söyleniyor. Sadece hali vakti yerinde olanların değil, olmayanların da öncelikleri hızla değişiyor.
Belki hâlâ şiire umut bağlayanların çoğu işçi ve çiftçi çocuğu...
Belki hâlâ dava için gecesini gündüzüne katanlar aynı kimseler... Ama işte, bir yandan da köksüz değişimler yaşanıyor.
Mesela; yaptıkları işlerle değil de, kurdukları ilişkilerle mevki-makam sahibi olanların sayısı hızla artıyor. Bu kişilerin ortak özellikleri, emek ve yetenek düşmanı olmaları...
Önceden, manzara olsun diye evlerimizin önüne ağaç dikerdik. Şimdi, manzaranın önünü açmak için, dikili ağaçları kesiyoruz.
Önceden, köyün, sokağın, mahallenin, kasabanın merkezinde cami olurdu. Şimdi, inşa edilen sitelerin, toplu konutların, modern mahallelerin merkezinde dev yüzme havuzları var. Caminin yerine yüzme havuzu. Sadece burjuvanın, şu ya da bu tarafın değil, mütedeyyin camianın inşa ettiği, yaşadığı sitelerde de bu böyle.
Önceden, "Ben ahlakın beğendim / Cemalinde gözüm yok" denilirdi. Şimdi ise sağcısı da, solcusu da "Doksan, altmış, doksan" diyor veya demek istiyor.
İşte bu karmaşa ya da değişim içinde, niyeti halis olan kimseler de kaynayıp gidiyor. Ya anlaşılmıyor ya da yanlış anlaşılıyorlar.
Mesela bizler burada "pul koleksiyonundan" bahsediyoruz. Fakat mektubun yerini telefon, e-mail ve kısa mesaj aldığı için, yeni nesiller mektubu görmeden büyüyor. Mektubu görmeyen, pulu da görmemiş oluyor. "Pul koleksiyonu" dediğin zaman, senin anlattığın ile onların anladığı aynı şey değil. Onların dikkatini çekmek için CD'lerden, MP3'lerden, oyun programlarından, popçulardan falan bahsetmemiz icap ediyor. Ama bu da bizim yapacağımız, yapabileceğimiz bir iş değil. "Çağ dışı" kalmak böyle bir şey galiba. Hem de daha hayattayken...
Pul dedik ama kitabın durumu da pek farklı değil. Sözgelimi bana Mustafa Kutlu'nun biyografisi lazım olduğu zaman, hemen kitaba yürüyorum. İhsan Işık'ın Yazarlar Sözlüğü veya Kutlu'nun eserlerine... Gençler ve genç kalanlar ise hemen internete girip Google hazretlerine müracaat ediyorlar. Mustafa Kutlu yazıyorsun ve yalan-doğru, önüne yüzlerce sayfalık bilgi, pardon malumat doluşuyor. Böylece internet, kitap ile insanın arasına girmiş, duvar örmüş oluyor. "Evimde bilgisayarım yok" dediğim zaman, henüz şaşırmayan birine rastlamadım.
Kuşkusuz, pul ve kitap gibi örnekleri çoğaltmak mümkün...
İlginç ve anlamlı olan ise zenginlerin siyasete ve sanata bakışlarının ortak olması... Mesela sanatı en iyi yatırım araçlarından biri olarak görüyorlar. Sanatın manevi değil, maddi yönüyle daha çok ilgileniyorlar. Tablo gibi şeylere fahiş fiyatlar ödemelerinin nedeni bu. Siyasete bakışları da maalesef böyle...
Bir matematikçiye, iki kere ikinin kaç ettiğini sormuşlar. "Dört eder" demiş.
Aynı soruyu bir anketöre de sormuşlar. "Kaç çıkmasını istiyorsunuz" diye cevap vermiş.
Galiba böyle bir yere geldik. Doğruyu söyleyenlerin değil de, "kaç çıkmasını istiyorsunuz" diyenlerin sayısı ve etkinliği hızla artıyor.
Gel de işin işinden çık... Veya işten çık!