Arap ülkeleri içerisinden en çok duygusal ve bilgisel malumatımız Libya hakkındadır desek abartı olmayacaktır. Çünkü ülkemiz insanının bir çoğunun zihninde Libya’ya dair farklı hatıralar vardır. Benim çocukluğum için de adını en çok duyduğum ve babamdan rivayetlerle bir çok şey öğrendiğim ülke Libya’dır. Çünkü babam ben henüz 5-6 yaşlarında iken oraya gitmiş, hastalanıp dönmüş, ondan sonra da sağlığına bir türlü kavuşamamış ve Hak’kın rahmetine de o hastalık vesilesiyle kavuşmuştur. Bu yüzden Babamla ilgili çok net hatırladığım çocukluk hatıralarım Libya’yla ilgili olmuştur; ilk farklı oyuncaklar, ev eşyaları ve de evimize ziyaret için gelen bir çok insan. Sanıyorum bu sadece benim değil o dönemlerde Avrupa gemisini kaçıran bir çok Anadolu ailesi için de geçerli olan hatıralardır.
Libya adı verilen, yüzölçümü itibariyle Türkiye’nin iki mislinden büyük ama 6.2 milyon insanın yaşadığı ülke, tarih boyunca üç temel coğrafi alandan oluşmuştur: Tripolitania (Başkent Trablus’da burada), Cyrenaica (En önemli şehirlerden Bingazi burada) ve bizim meşhur Osmanlı’nın sürgün yeri olan Fizan.
Libya’ya ilişkin kolektif tarihimizi yokladığımızda; Arap ülkeleri içerisinde Osmanlının orayı kontrolü ele alması için davet eden ilk ülke, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının milisleri organize edip İtalyanlara karşı örgütlemesi (hakikaten babam da anlatırdı; Libya’lı gençlerin aksine, ihtiyarlar o dönemi iyi hatırlar ve Türkleri severlermiş), Ömer Muhtar’ın İtalyanlara karşı verdiği müthiş mücadele, Kıbrıs harbinde herkesin bize sırt döndüğü anda Kaddafi’nin Türkiye’ye yardımı, 1980’den sonra dönemin Bayındırlık Bakanının Türkiye’de eğitim alması ve eşinin Türk olması hasebiyle Türk müteahhitlere ihalesiz iş vermesi vakalarında olumlu yer ettiği gibi, 6 Ekim 1996’da dönemin Türkiye Başbakanı Erbakan’ın çadırda ağır hakaretlere maruz kalması hadisesi de olumsuz manada zihinlerimizdeki yerini koruyan hadiseler olarak akla ilk gelenler olmaktadır.
Babamın Libya’lı gençlerin Türklere çarpık bakışıyla ilgili söylediklerinin doğruluğunu oğul Seyful İslam’ın Türklerle ilgili algısında ve bilgisinde de gördük. Önce “Libya’yı Türklere ve İtalyanlara bırakmayacağız” diyerek, hem tarihi hem vicdani hem de insani bir hata yaptı. Arkasından da “Türklere ilişkin bu bir deyimdir ve 200 yüzyıl önce Türklerle yaptığımız savaş için kullanılırdı”,dedi. Halbuki Türkleri oraya davet eden Libyalılardır. Bunun yanında Osmanlının bir çok subayı onların bağımsızlıkları için kimi canlarını feda etmiş kimi de her türlü tehlikeye rağmen Libyalılarla birlikte İtalya’ya karşı savaşmıştır. Üstelik biz orada sömürgeci ideallerimiz için bulunmadığımız gibi, ne petrol gelirlerini ne de yeraltı kaynaklarını İstanbul’a taşımak için bulunmamıştık. Önce İspanyol ve Venediklilerin denizlerde sıkıştırmasından ötürü, sonra da İtalya işgalinden dolayı onlara yardımcı olarak gitmiştik.
Anlaşılan bütün totaliterler gibi Seyful İslam da “dış düşman, iç düşman” psikolojisi yaratmak istiyor; bunun doğurabileceği sonuçları tahmin etmek zor değildir.
Oğul Kaddafinin ve bazı Arap gençlerin Ulus olma süreçlerinde kendilerine “öteki” olarak Türkleri seçmeleri şaşırtıcı gelmemelidir. Çünkü sömürge sürecinde yerel ekonomileri, dini görüşleri kendi bildikleri gibi şekillendiren emperyalistler, sömürülecek bir şey kalmayınca, zamanı geldi deyip yerel halka bağımsızlık vererek çekilip gittiklerinde kendilerini yönetmekten dahi aciz halklar bırakmışlardı.
İşte bu atmosferde kurulan arap devletlerinin yöneticilerinin çoğu da Batının eliyle oluşturulmuş elitlerden oluşmaktaydı. Bu sömürge döneminden daha ağır ve istenmeyen sonuçlar doğuracak bir gelişmeydi. İşte Batının çömezleri asıl yapılması gereken halkın refah düzeyinin artırılması, eğitim düzeyinin yükseltilmesi gibi işleri yapmak yerine sanal düşmanlar ve tarihler üreterek kendilerine “öteki” olarak da Batılı güçleri değil de çoğu zaman Türkleri seçerek halkları yıllardır uyutarak yönetmeyi başardılar.
Şimdi ise İslam medeniyetinde bir ilk denebilecek “dipten” bir hareketle Araplar kendi kaderleri ve gelecekleri için sokağa çıkmaya başladılar. Ancak özellikle Libya gibi herşeyi “devrim liderine” bağlı bir ülkede, liderden sonra tıpkı Batılıların kolonizasyon sonrası ülkeyi bıraktıkları “hayali dev”ler gibi bir sendromdan korkmak gerekiyor.
Libya’nın jeopolitik özellikleri, aynı zamanda aşiretlere dayalı coğrafyada ‘asabiyye’ farklarını da beraberinde getirmiştir. Günümüzdeki görünürlüklerde de gençler Libyalılık kimliğini öne çıkarırken, ihtiyarlar kendilerini daha çok “kabile” duygusu içerisinde ifade etmektedir. Şu anda kontrol kısmen ihtiyarların elinde olduğundan Kaddafi’nin halkına karşı silah kullanması bir anlamda “aşiret sistemine” bağlı ülkede Çandar’ın da isabetle vurguladığı “kan davası”nı ilan etmiş olması anlamına gelmektedir. Bundan sonra “çöl Tilkisi” ancak Trablus’da etrafı ve altı nükleer silahlarla çevrili “ininde” yaşayabilecektir.
Usta yazar Turgenyev’in Babalar ve Oğullar isimli eserinde; geleneksel Rus aristokrasisinin temsilcileri ile onların genç evlatları arasındaki yaklaşım farkları ustaca anlatılmaktadır. Babalar oğullarını geleceğin Rusyasını inşa etmek için kendileri gibi subay olmak yerine farklı alanlarda eğitim almalarını sağlamışlardır. Oğullar bu eğitimin neticesinde duygusal olarak olmasa da kültürel ve dünya görüşü itibariyle babalarından ayrılmışlardır. Ancak bu oğullar onların hayal ettikleri Rusya’yı yüceltecek insanlar olamamışlardır.
Tıpkı bu romandaki gibi bütün Arap diktatörler de kendilerinden sonra askeri eğitim almayan biraz Batılı yeni varisler yetiştirmek istemişler, bu oğulların da kendilerinden sonra diktatörlüklerini devam ettirerek kişisel mülklerini yücelteceklerini hesaplamışlardı. Irak’ta, Saddam’ın yerine oğulları Uday ile Qusay, Suriye’de Hafız Esad’ın yerine Basil ile Başşar, Mısır’da Hüsnü Mübarek’in yerine Cemal hazırlanmıştı, Libya’da Muammer Kaddafi’nin yerine Seyfülislam Kaddafi hazırdı. Ancak kaderin cilvesine bakın ki Batıda eğitim almış bu kimseler halklarının ihtiyaçlarını anlayamamış, onları, verdiklerine mahkum kimseler olarak yorumlamış, günlerini gün etmenin dertlerine düşmüş ve şahsi mülklerini de babalarının saltanat güçleriyle büyütmüşlerdi.
Şimdiye kadar “Hak”kın rızası bir yana halkın isteklerini hiçe sayan, onlara daha fazla insan hakkı, irade beyanı ve özgürlüğü çok gören diktatörlerin gitme vakti gelmiştir. Bunların kalıntıları halka biraz daha zulmedebilirler ancak nihayetleri “dipten gelen bir dalgayla Fizan’a” gitmek olacaktır.