‘ … Açılım veya reform paketleri hazırlama ve halkının özgürlük taleplerini en üst seviyede karşılamak onlar için bir zorunluluktur.’
Bir önceki yazımızın son cümlesini bu yazımın başına taşıyarak biraz da İran’ın kendi iç siyasetinden bahsetmek istedim. Bu konu da Mostar Dergisi, Mart 2012 sayısında Kaan Diler tarafından kaleme alınan “İran’da Kazananlar ve Kaybedenler” adlı makaleden alıntıları sizlerle paylaşacağım.
Dilek, makalesinde İran’ın siyasi sisteminde en etkili kurum ve bunun pratikteki yansımalarını, yaşanan ihtilaf ve anlaşmazlıkları ve ülkenin geleceği konu başlıklarını şu şekilde dile getiriyor:
“İran İslam Cumhuriyeti siyasi sisteminde öne çıkan en önemli kurum Velayet-i Fakih’tir. Dünya üzerinde diğer siyasi yapılanmalara bakıldığında hepsinde ortak olan yasama, yürütme ve yargı erkeleri burada da olmakla birlikte diğerlerinden farklı olarak bu erklerin Velayet-i Fakih’ e bağlı hareket ettiği, dolayısıyla yönetimine gerçek kaynağının bu kurum olduğu görülmektedir. Yani asıl yetki bizzat bu kurumun elindedir. Başında dini bir liderin bulunduğu bu kurum veya makam ülkenin iç ve dış politikalarının belirleyen, yasaları uygulama alanında cumhurbaşkanına ait yetki alanlarında da özel temsilciliği aracılığıyla denetim ve kontrol sistemini kullanmaktadır.
Humeyni’nin uzun yıllar üzerinde çalıştığı ve Şiilikte hiçbir zaman değişmeyen egemen düşünce değerlerinden esinlenerek (Şii Paradikması) “İmamet” anlayışı ışığında teorik olarak ortaya konan Velayet-i Fakih kurumu temel felsefesi gereği sadece İranlıları bağlayan ve sadece İran anayasası içinde mevcudiyetini koruyan bir kurum değil. Aslında bu müessese İran’da hem dünyevi hem de dini hayatın merkezine kendisini koyarken, dünyada da tüm Müslümanların ve özellikle de Şiilerin liderliğine aday olma iddiasındadır.
İran tarihinde uzun yıllar sürekli Şahlarla iktidar mücadelesi veren din adamları ‘Mehdeviyat’ inancından kaynaklanan siyasilerin ve Şii ulemanın ideo-politik tutumunun bir sonucu olarak bu kurum karşımıza çıkmaktadır. Bu sistemin kurucuları bunun İslam’ın bir rüknü ve imanın bir şartı olduğunu da düşünüyorlar. Bu nokta ise Şii uleması arasında kelamî ve ideolojik tartışmaların başlangıcı olarak görülmektedir. Bu tartışmaların halen devam etmesi, geçmişte de devrim sonrası kurulan İran İslam Cumhuriyeti’nin, destek aldığı Şii din adamlarının sancılı ve derin tartışmalarıyla kurulduğunun bir göstergesi olmuştur.
Devrim sonrası şekillenen yeni ortamda dindar Şiiler daha önceleri taklit mercine dini konularda uyarak hayatlarını devam ettirebildikleri halde bugün siyasi, sosyal kültürel olarak da hayatlarının her alanında bu kuruma mutlak bağlı hareket etmek zorunda bırakılması, İran halkının toplumsal olarak devrim ve bu kurum karşısında önemli bir kırılma yaşamasına neden oldu. Hatta devrim sonrası Velayet-i Fakih sisteminden kaynaklanan nedenlerle Şii akidelerin zayıfladığını, toplumun dinden uzaklaştığını ve aynı zamanda devlet erkinin de olabildiğine dindarlaştırılmaya çalışıldığı söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında İran’da toplum dinden uzaklaşırken devlet otoritesinin temellerini daha radiakal bir şekilde dini referanslara dayandırmaya çalıştığını yani İran’da İslam devletinin meşruiyet arayışının toplumdan uzaklaşarak dini referanslara yöneldiği görülmektedir.
İran toplumunda Velayet-i Fakih sistemiyle toplumdaki tüm yaşam alanlarının dini otoritenin yetki alanına alınması, başta Şii din adamları arasında tartışmalara neden olduğu gibi toplumda da büyük hoşnutsuzluk oluşturmaktadır. Kendi öğretilerini mutlaklaştıran bir dini otorite ile her hangi bir muhalefete tahammül edemeyen bir rejimle yaşamanın imkansızlığına doğru sürüklenirken aynı zamanda tüm İslam dünyasına dini referanslardan edinilen algı ve değerlerle üretilen ideolojik yapıların sorgulanabilirliği imkanı tanıyor.
İran halkının “Velayetçi Dindarlaşma” olarak tanımlayabileceğimiz bu sisteme karşı ilk açık tepki, 2009 yılında yaşanan seçimlerin ardından yaşanan sokak gösterileri ve rejimin, en küçük muhalefeti bile şiddetle bastırmaya çalışmasında gün yüzüne çıktı. Dün dindarlaşma ile ilgili ciddi bir sorun yaşamayan halk bugün rejim eliyle yönlendirilen ve dini lider kimliği altında mutlakıyet vasfı kazandırılan dini anlayışı net bir biçimde reddediyor. İranlı aydınlar da, artık toplumu kuşatamayan ve taleplerine yanıt veremeyen bir dini algının ideo-politiğinin İran’ın sosyal ve siyasi kaderi olamayacağına inanıyor."
Oluşan bu tablo sonrası İran’ın siyasi ve toplumsal dengelerinde değişikliklerin oluşacağı görülmektedir. Ya devrim yapısının toplumdan bazı kesimlerin desteği ile iyice içine kapanan ve savunmacı bir yapıya bürünmesi ki bu durumda İran’da toplumsal patlamalar ve bir kaos ortamı ortaya çıkacak ya da aşamalı olarak toplumsal talepleri karşılamaya yönelik devrimci yapının reformize edilmesi gerekecektir.
İkinci seçenek İran’da devrimci yapıya zaman kazandırması ve rasyonel hareket edebileceği bir zemini hazırlaması açısından çok önemli. Şu andan itibaren İran’da toplumu, dini lider karizmasına dayalı devrim değerlerini önceleyen ve devrimci rantiye grupların siyasi tercihleriyle yönetmenin imkanı kalmamıştır denebilir.
Birinci seçenekte ısrar belki de gelecekte Suriye örneğini ülkeye taşıyacaktır. İkinci seçenek ise en akıllı seçenek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ahmedinejat ile ciddi yıkımlara maruz kalan bugünkü siyasi anlayış, İran’da toplum ve rejim arasında aşılamaz uçurumlar ortaya çıkardı, sonuç olarak bu siyasi anlayış ile Tahran’da rejim ciddi çıkmaza sürüklendi.
İran’ın yeni geleceğiyle ilgili siyasal, ekonomik ve sosyal yapıda çok ciddi reformların gerçekleştirilmesi gerekiyor.
ulvi_sevecen@hotmail.com