Bu aralar birçok kesim TEKEL işçi kardeşliğini savunuyor. Bazı kanallar işçilerin eylem görüntülerini dramatize ederek bu konuda duygusal yayınlar yapıyor. Gazeteciler işçilerin zaferini kutlayan yazılar yazıyor. Örneğin Milliyet Gazetesi yazarı Ece Temelkuran; “Zafer, kardeşliğindir. Zafer, işçinindir. Hiçbir gazete bunu birinci sayfasına koymasa bile, bir tek televizyon vermese bile bu böyledir ve Türkiye tarihine böyle geçecektir. Yeni bir dönemin başlaması yakındır. Zafer, şimdiden işçilerindir. Bin kere helal olsun” diyor yazısında. Ancak kendisi özel sektörde çalışıyor. Maaşı iyi, imkânları geniş… Şirket sahibi Aydın Doğan çalışanlarına iyi bakıyor çünkü. Ece hanım koskoca bir özel şirketin -kendi deyimiyle sermayenin- nimetlerinden yararlanıyor ancak TEKEL işçilerine acımıyor. Onlarda benim gibi rahat etsin demiyor. Bu insanlara kötülük ediyor bir bakıma…
Özelleştirme yanlış anlaşılıyor;
Özelleştirmeye karşı olan kesimler, özelleştirmeyi “halkın malını özel sermayeye peşkeş çekme” olarak değerlendiriyorlar. Kampanyalarında, milli menfaatlerden, ulusal bağımsızlıktan yerli kurumların yabancılara peşkeş çekilmesinden bahsederek ciddi bir özelleştirme karşıtlığı yaratıyorlar. Sendikaların birçoğu da özelleştirme karşıtlığını “halkın emeğiyle halk için kurulan…” diye başlayan tezlerle karşı duruyorlar. Aynı zamanda özelleştirilen kurumlarda emekçilerin işsiz kalacağı, mağdur olacağı endişesiyle hareket ediyorlar. Ancak genel manada ciddi bir proje de üretmiyorlar. Halkın malı olarak görülen kurumlar aslında devletin malı değil midir? “Devletin malı deniz” tabiri belki de dünyada sadece bizim ülke için geçerli bir tabirdir. Yemeyeni de iyi karşılamazlar. Özelleştirme, işçi sınıfı ve emekçiler aleyhine geliştirilen neo-liberal stratejinin ana eksenlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Bunun yanında kapitalizmin, bir bütün olarak işçi sınıfına karşı yürüttüğü sınıf mücadelesinin ürünü olarak görülüyor. Kapitalist düzen işçi ve emekçi sınıfını ortadan kaldırmak için devlete bağlı kurumların özelleştirilmesini dayatıyor onlara göre. Oysa gerçek bu değildir. Ortada ne kapitalizmin bir dayatması var nede emekçi kesime yönelik art niyetli geliştirilen politikalar söz konusu.
İstenilen şey, işletmeleri, kurumları devlete bağlamak ve her şeyi devletin kontrol etmesini beklemek… Örneğin eğitimin finansmanından müfredatına varıncaya kadar eğitimle alakalı ne varsa tek aktif yön verici devlet olsun, devlet kâğıt üretsin, telefon şirketi kursun, petrol çıkartıp satsın, sigara ve içki üretsin, enerji pazarlasın sonra fabrikaların başına müdür atayıp işçilere de bol miktarda maaş ödesin. Sonra bu müdürler yolsuzluk yaptığında devlet kurumunu kurtarsın vs.Oysa bugüne kadar devletin müdahale ettiği, çekip çevirdiği ne kadar kurum-kuruluş varsa birçok bakımdan hep sorunlu olmuştur. Çünkü devlet yapısı itibariyle kötü bir eğitimcidir, kötü bir iletişim uzmanıdır, rekabet etmeyi bilmeyen, kampanya düzenlemekten bile aciz kötü bir şirket yöneticisidir aynı zamanda. Bunu daha evvel özelleştirilmeyen kurumlarda gördük. Bugün özelleştirme karşıtı tezlerin altında yatan devletçi zihniyetin ciddi manada sorgulanması lazım. Özellikle muhafazakâr kesim özelleştirme karşıtlığını kendi içinde sorgulaması gerekir. Çünkü bugün şikâyet ettikleri örneğin eğitim kurumlarında tek tipçi dayatmalar, andımız, askeri ritüeller, başörtülü kızların okullara alınmaması, zorunlu din derslerinde laikliğin dayatılması gibi sorunlar devletin bünyesinde ve devletin bizzat çekip çevirdiği, yönettiği eğitim kurumlarında gerçekleşmektedir. Ancak ne gariptir eğitimin özelleştirilmesi konusunda ciddi tezler üretmiyorlar. Ve temelde özelleştirmeye karşılar.
Bugün TEKEL’in özelleştirilmesi konusunda rahatsız olanlar daha doğrusu genel anlamda özelleştirmeye karşı olanlar, devletin her alanda eli olsun isteyenler, -başta TEKEL işçileri olmak üzere birçok insan- aslında bilmeden kendi kuyularını kazmaktadırlar.Peki, hükümetlerin hiç mi hatası yok? Elbette var.Bu insanları ne olursa olsun apar topar kapının önüne koymayacaktı hükümet..4-C gibi işçi aileleri için fevkalede tehlike arzeden bir statüde işçileri defolu mal muamelesi yapmaktadır hükümet. Kısacası özelleştirme çevrede mağdurlar yaratarak olmamalıdır.Ancak sendikalar da devletin bu tip işletmelerden elini eteğini çekmesi konusunda bir daha düşünmek zorundadırlar.. Başka türlü zenginleşmek mümkün değil çünkü… Üretme derdi olmayan ancak bol tüketen tembel bir zihniyetle işimiz bir hayli zor. Türkiye başından beri kalkınmasını, modernleşmesini, cumhuriyeti ve laikliği koruma görevini vs. memurlar üzerinden sürdürmeyi hedef yapmış bir ülkedir. O yüzdendir ki yıllardır Türkiye’nin en küçük köyünden en büyük şehirlerine varıncaya kadar tüm babalar çocuklarına “tuvalet bekçisi ol ama mutlaka sırtını devlete daya” diye öğütlemiştir. Hala bu zihniyet devam etmektedir. Kimse çocuğuna ülken için sanatçı ol, iş adamı ol, fabrika kur, ticaret yap, teknoloji üret diye öğütlemez. Bu bir Türkiye gerçeğidir maalesef. Bu yüzden devletin bir kurumu özelleştirildiğinde sanki kalbimizi söküyorlarmış gibi geliyor bize. “Halkın emeğiyle, halk için kurulan” dedikleri bu tür kurumları/işletmeleri halka yar etmemek için aylardır eylem yapılıyor. Bu gerçekten çok ilginç bir durumdur.
Emek fetişizmi sakıncalıdır;
Lawrence W.Reed ; “Özgür ve bağımsız bir halk geçimini temin etmek için devletin eline bakmaz. Böyle bir halk devleti “bedava” kıyakların fışkırdığı bir pınar olarak değil, özgürlüklerin koruyucusu bir aygıt olarak görürler; barışı temin çevresinde dönen, minimal fonksiyonlarla sınırlı, herkesin önündeki fırsatları maksimum düzeye çıkarmaya çalışan, bunun dışında bizi kendi halimize bırakan bir aygıt” diyerek bir bakıma devlete yaslanmanın, kapağı devlete atmanın, devleti büyütmeye dönük politikaların uzun vadede yarardan çok zarar getireceğini belirtir. Ne yazık ki bizim gibi ülkelerde devlete yaslanma zihniyeti hala devam etmektedir. Bunun bir bakıma özelleştirme kavramının zihni alt yapısının yeterince anlaşılamamasıyla yakından bir ilgisi bulunmaktadır. Emek hiç kuşku yok ki değerlidir. Ancak emeği bir fetişizm haline dönüştürmek sakıncalıdır. Emekçilerin görüldüğü her yerde akan suların durduğu bir ülkede yaşamaktayız. Emekçinin bizzat emek kavramını öne sürerek söylediği her söz, öne sürdüğü her tez doğru olmayabilir. Bu açıdan bakıldığında sendikalar emek, emekçi kavramlarını onların geleceğine refah ve huzuruna yön verecek ölçüde yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir.
Bugün konuşulan birçok sorunun, mağduriyetin ve üretim düşüklüğünün bizzat devletin kontrol altında tuttuğu kurumlarda görülmesi bir tesadüf değildir.