Osmanlı elitleri tarafından kurulan, özellikle 2. Meclis sonrası CHF/CHP tarafından şekillendirilen Türkiye Cumhuriyeti’nde halk; sadece seçkinlerin çıkarları için, gereken yere sürüklenilecek yığınlar olarak görülmüş; halkın varlığına tahammül, sadece halk kendi değerlerini gizlediği, inkar ettiği, kendinden uzaklaşıp elitlerin güçlerine katkı sağladığı oranda olmuştur.
Devlet yönetimi bu elitlerin ailelerinden oluşan aşiretlerin tekeline verilmiş, bu tekel de başlangıcından beri, sadece kendi çıkarına olan gelişmelere müsaade etmiş, önüne geçemediği gelişmeleri de kendi hegemonyasına almıştır. Darb-ı mesel haline gelmiş olan “Bu ülkeye komünizm lazımsa onu da biz getiririz” anlayışı, bütün sosyal hadiselerde hayata geçirilmiştir.. Dünyadaki sosyal gelişmelerin bu ülkeye yansıması da bu çerçevede olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’yle aynı döneme denk gelen Bolşevizm’in Türkiye’ye yansımasına bakıldığında, bu durum daha çıplak ve aşikar bir şekilde görülmektedir. Hareket, Lenin Devrimi’yle birlikte dünyayı sarmakta, dünyanın her tarafında güçlü bir rüzgar estirmektedir. Bu hareketin Türkiye’deki öncülerine baktığınızda tamamı paşazade ve tamamı paşa dedelerinin yalılarından Fransız mürebbiyelerinin, Alman uşaklarının hazırlamalarıyla, hizmetçilerinin uğurlamasıyla Türkiye Komünist Partisi binalarındaki koltuklarına oturmaktadırlar. Parti yöneticilerinin hangisine bakarsanız aynı manzarayla karşılaşırsınız: Mehmet Ali Aybar, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat Baraner, Zeki Baştımar, Mustafa Suphi, Vedat Nedim, Mihri Belli, Nazım Hikmet, Oktay Rifat, Suat Derviş…..bu isimlerin kimlerin çocukları olduğuna bir bakarsanız söylemek istediğimiz daha net anlaşılır. Hepsi yalı çocuğu, hepsi paşazade.
Amele cemiyeti kurulacaksa da onların başında da aileden birileri olmalı, Kıvılcımlı ya da olmadı, “İleri”lerden bir isim ne güne duruyor.
Eğer diktatör görünmemek için bir parti gerekiyorsa, bizim çocuklardan biri başına geçsin. Mesela Fethi Okyar olsun. Halk bazen açık açık oynanan oyunu bilir, buna rağmen nefretini ortaya dökmek için, kendi de bir oyun oynamaya kalkarsa, “tükürmüşüm Serbest Cumhuriyet Fırkası’na” da kolaylıkla denir. Ve bu “tükürmüşüm” süreci, halkın tercihlerinin karşılığı olarak, bu güne kadar da devam etmiştir.
Bütün bunlara rağmen oyuncak olsun diye, halkın önüne sürülen bütün gelişmeleri, halkımız değerlendirmeyi bilmiş ve her defasında bu oyuncaklarla büyük oyunlar kurmuş, bu da seçkinci zümrenin sevincini kursağına tıkmıştır. Bu tıkmaların bedelini ise her defasında darbelerle ödemiştir. Her darbe sonrası can çekişen, halkın nefretini kazanan, halktan yüz bulamayan seçkinci zümre ve onun temsili CHP ve zihniyeti diriltilmeye çalışılmıştır. Bu kurulduğu günden beri böyledir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na da baksanız, Serbest Cumhuriyet Fırkası’na da baksanız, Demokrat Parti olayına da baksanız aynı manzarayı görürsünüz. Halk kendisine sunulan özellikle son iki oyuncağı kendisinin düşüncesinin ifadesi bir silaha dönüştürmeyi bilmiştir. Karşılığı takrir-i sükun olmuştur, 27 Mayıs olmuştur. Ama yine de yılmamıştır.
27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat da, 27 Nisan da aynı mantaliteyi taşır. Her darbe aşiret mensuplarını hakimiyete taşıma çabasından başka bir şey değildir. Bir-iki koalisyon ortağı dışındaki partinin ve bu son iktidarın bakanları dışında, hükümet kabinelerine baktığınızda da fotoğraf aynıdır. Ve bu fotoğrafı gördükten sonra birilerinin bazı siyasi akımlara çeşitli adlar altında niye düşmanlık ettiklerini daha net anlamak mümkün oluyor.
Ve yine her darbe sonrası eğitim sistemindeki köklü değişikliklere bakıldığında ve darbe sonrası oluşturulan kurumlara bir göz atıldığında tek amacın aşiretin iktidarının devamını sağlamak olduğu görülecektir. Anayasa Mahkemesi gibi 1960 Darbesi kurumları, YÖK gibi 12 Eylül kurumları, ya da 28 Şubat’ta İ:H:L’lerle ilgili gelişmeler.
Bu gelişmelerin tamamı halkı dizayn etme çabası içerisinde halka karşı verilen savaşın unsurlarıdır. Bu unsurlar ihtiyaç duyulduğu her fırsatta devreye sokulur ve toplum gerilebildiği kadar gerilir, halkın değer verdiği gelişmeler durdurulur. Dün tartışılmaz şekilde YÖK tarafından getirilen katsayı zulmü, bugün aynı kurum tarafından düzeltilmeye kalkılınca ‘bunu sen yapamazsın’ denir.
Demokratik ülkelerde bu tür darbe kurumlarının yerinde sivil toplum örgütleri var. Bu örgütler eliyle devlet erkini elinde bulunduranların yanlışlarının önüne geçilebiliyor. Bizde ise yönetim erkini kendi tekellerinde gören elit zümre, “kendilerini devlet saydıkları için” sivil toplum örgütlerini, devlet karşıtı örgütler olarak değerlendirmekte ve devlet kurumları tarafından da böyle algılanmasını sağlamaktalar. Bunun en somut örneğini geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu bir kararla yaşadık.
Halka karşı savaşmayı varlığının garantisi gören seçkinci zümrenin vücut bulduğu örgüt CHP, devlet anlayışında gerçekten bir devrim olan sivil toplumculuğu, sendikacılığı teşvik eden bir gelişmeyi Anayasa Mahkemesi’ne taşıyarak iptalini sağladı. Şikayet ve onunla ilintili iptal gerekçesi tam bir zihniyet deşifresi gibidir.
Malumunuz olduğu gibi ülkemizde son 3-4 yıldır demokratikleşme, halkın yönetime katılımı anlamında çeşitli gelişmeler yaşanmaktadır. Bunlardan bazıları da örgütlenmeye yönelik yapılan çalışmalardır. Dernekler yasasında yapılan kanun değişiklikleri, kamu sendikalarına yönelik yayınlanan genelgeler bu çabalardandır.
Sendikalara yönelik çıkarılan kanun, genelge ve yönetmelikler yeterli olmasa da bir anlayışı göstermesi açısından toplumca bir sevince sebep olmuş, özellikle çalışanların örgütlenmesini teşvik etmiştir. “Devlet vatandaş içindir”, “yönetenler devletin kendisi değildir” anlayışını ortaya koyması manasında, bu çalışmalar bir devrim niteliğindeydi.
Nasıl devrim olmasın ki; dün örgütlenenleri savcıların sorgusuna gönderen devlet, bu gün ‘siz devletin eksik bıraktığı alanları dolduruyorsunuz, yanlışın, noksanın aşikar olmasını ve düzeltilmesini sağlıyorsunuz, devlet işleyişinin daha düzenli ve hakkaniyetle yürümesini sağlıyorsunuz’ diyerek sendikalı olanlara tazminat ödemeye başladı. Bu ‘yöneticilerin, devleti babasının malı sayan’ anlayışının terki demekti; devleti, yöneticilerinin, malı sayan anlayışın bitirilmesiydi.
Bu gelişmeye karşı devletin sahipleri, hemen darbelerle sağladıkları imkanlarını devreye soktular ve konuyu 27 Mayıs armağanı Anayasa Mahkemesi’ne taşıdılar. Ve Anayasa Mahkemesi, “bu tazminatın, sendikaların devlete karşı sendikacılık yapmalarını engelleyeceği” gerekçesiyle tazminat ödenmesini durdurdu. Çünkü CHP’nin itirazı bu minvaldeydi.
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sivil toplum örgütü kendi devletine karşı mücadele etmek için kurulmaz ve faaliyet göstermez. Sivil toplum örgütleri devlet adına görev yapanların yanlışlarına, eksiklerine karşı mücadele vermek için kurulurlar ve faaliyet gösterirler. Bizim ülkemizde de bu böyledir. Siyasi partiler de, dernekler de, vakıflar da, sendikalar da, birlikler de bu amaçla kurulur. Ve demokratik bütün ülkelerde, bu yapılar desteklenir, korunur, kollanır. Sadece kendisini devlet sanan yöneticilerin, hakim olduğu anti demokratik, faşist, komünist yerlerde sivil toplum örgütleri devlet düşmanı olarak algılanır, değerlendirilir. Ve bu tür kurumların varlığına ve varlık ortamına müsaade edilmez. Ülkemizde gelinen noktada bu tuzakların, bu engellerin işlevsel olması artık düşünülemez. Bu ülke halkı artık bunları aştı.
Bu halk, değil on liralar karşılığında doğru bildiğini inkar etsin, engellensin; bu ülkenin daha güzel yarınlara ulaşması için, daha büyük bedeller ödemeyi her zaman göze almış ve bunun bir çok örneğiyle de bu günleri sağlamıştır. İnsanların kendilerini örgütleri, birliktelikleri aracılığıyla ortaya koyma bilincini ortadan kaldıramazsınız.
Kusura bakmayın beyler, o bildiğiniz pazar Niğde’de de kurulamadı, Bor’da da kurulamayacak. Serbest Fırka döneminin “şaka yaptımları” artık bir anlam ifade etmiyor. Bu toplum, kazanmanın bedel ödeyerek gerçekleştiğini, acı tecrübelerle öğrendi. Artık her öğrendiğinin bu ülkeye ayrı bir güzellik, ayrı bir kapı araladığını biliyor. Bundan sonra siz, yeni dünyada yaşamayı öğrenmelisiniz. Bunun bedelinin sizin için gerçekten katlanılması çok güç olduğunu biliyoruz, ancak şunu da siz bilmelisiniz ki, devlet benim devri bitiyor, kazanmak için siz de çalışmalısınız. Gel ki bugüne kadar kazandıklarınız yedi bin neslinize yeter ya, o da ayrı bir mesele.