Yaşı müsait olanlar hatırlar; sosyalist blok iddiasından vazgeçmek zorunda kalıp soğuk savaş bitince insanlığın önüne ‘Yeni Dünya Düzeni’ diye bir konu getirildi. Zira dünyanın bir yarısının artık eski olanla, yani sosyalist blokla etkileşimi ortadan kalkmıştı. Gerçekte çok da gönüllü olmayan bu ‘bir yarı’ çöküşle birlikte sığınacak bir liman arayışına geçmişti. Yarım yüzyıla yakındır böyle bir durumun hayalini kuran ‘öbür yarı’ hızlı bir şekilde koruma moduna geçerek bu ‘yeni dünyayı’ kanatları altına aldı. Derin bir hayal kırıklığı yaşayan, ama kendisini korumaktan dahi aciz eski patron kimi zaman kükrese de, güç sarhoşluğu içerisinde gelecek yüz yılı planlamakla meşgul olan yeni dünya ‘designer’i tarafından kimi zaman muhatap bile alınmıyordu. Ta ki Ukrayna savaşına kadar...
Ama ben şimdi bu konudan bahsetmeyeceğim. İşleyeceğim konuya, dünyanın hangi şartlarda ‘şekillendirildiğini’ hatırlatmak adına nisbeten ‘taze’ olanı üzerinden giriş yapmak istedim. Zira dünyanın parça-pinçik edildiği bir önceki sömürge paylaşımı konferansının (Yalta) şahitleri artık hayatta değil... Dünyanın ‘nüfuz’ alanına bölündüğü bu konferansta Türkiye, her ne kadar hoşumuza gitmese de, ‘Big Brother’ın payına düşmüştü. Bunu Türkiye'nin; Marshall yardımları kapsamına alınmasından da, tarafını belli etmek için Almanya’ya-Japonya’ya kağıt üzerinde açtığı savaştan da, Amerikalıları korumak için Kore’de feda ettiği civan mertlerimizden de, NATO şemsiyesi altına kabul edilmesinden de, komünist Rusya’nın Türkiye ile elli yıl uğraşmasından, NATO adına yapılan darbelerinden de anlayabilirsiniz.
Dünya her zaman şekillenmiyor elbette... Herkesin eteklerinde ne taş varsa dökmesi ve kana doyması gerekiyor adeta... II. Dünya Savaşı sonrası olan tam da bu idi. İki büyük blok; içerisinde atom bombasının da olduğu ellerinde hangi imkân varsa kullanmış, en nihayetinde birisi diğerini teslim almıştı. Yalta’da her ne kadar ‘Big Three’ boy göstermişse de 'Üzerine Güneş Batmayan İmparatorluk', savaş sonrası bölüşümden de anlaşılacağı üzere, vitrin olmanın ötesine geçememiştir. Nitekim Marshall yardımlarından ‘aslan payı’ kendisine ayrılan ve ancak böylece ayakta kalabilen ortak, rolünü eski 'sömürgesine' devretmek zorunda kalmıştı. 1980’lere kadar devam eden söz konusu durum Falkland savaşı (1982) ile kısmen, İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla da resmen sona ermiş oldu.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ‘yeni düzen’ doğal olarak bir öncekinden farklı idi. Zira bir yandan sömürgelerin yönetimi bakımından maliyet artıyor, bir yandan da ‘sömürülen’lerden itiraz sesleri yükseliyordu. Kimileri için ise İkinci Dünya Savaşına verdikleri katkı nedeniyle verilmiş sözler vardı. Sözgelimi Hindistan’ın artık eski usul yönetilmesi-sömürülmesi mümkün değildi. Bu yüzden yeni bir ‘denge’ gerekiyordu. Gözardı edilmemesi gereken şey terazinin diğer yanını temsil eden tarafın II. Sömürge Savaşında ‘Big Brother’la ortak düşmana karşı savaşmış olduğudur. Belki, ‘her şey bir bütün olarak kurgu idi’ demek abartı olur ama Yalta ve Postdam’da altına imza atılan maddeleri biliyor da değiliz. Bu yüzden bir miktar da ‘komplocu’ olmak zorundayız. Söz gelimi soğuk savaştaki iki düşman blok İsrail’in kuruluşuna alan açmış, Sovyetlerdeki Maksim Gorki silah endüstrisi böyle bir iş birliği ile tesis edilmişti.
Yeni kurulan düzen ‘hard’ olmaktan ziyade ‘soft’ idi. Tesis edilen yeni düzen ‘dolara’ dayandırılmış, ağızlara çalınan bir parmak bal 'nüfuz alanlarını' tatmin etmeye yetmişti. Kimi zaman çıkan çatlak sesler ise iç işbirlikçiler vasıtasıyla genellikle yüksek olmayan maliyetlerle bertaraf edilmişti. 12 Eylül gibi...
Dolara endeksli oluşturulan ‘finansal ağ’ ‘intangible’ olduğundan da, klasik yöntemlerle çözümlenmesi mümkün olmuyordu. Zira finans sektöründe oluşturulan bu ağın kaç ayağı, kaç kolu, kaç gözü... olduğu ya da bunların nerelerde bulunduğu, ne masal kahramanı yedi başlı ejderha ile, ne de ahtapotla kıyas götürür türdendi. Adeta Çernobil sonrası yayılan radyasyon gibiydi; hangi yandan geleceğini bilemediğiniz gibi, üzerinize düşman değil ‘dost’ tanımlaması ile geliyordu.
Tabii ‘soft’ ve ‘intangible’ olanın da korunmaya ihtiyacı vardı. Koruma araçlarından birisi de Kredi Derecelendirme Kurumları idi. Finansal piyasalar o kadar yaygınlaştı ki, ilerleyen süreçte ‘yatırım’ denince esasen ‘reel’ olanı değil, finansal olanı yani ‘portföy’e ilişkin olan anlaşılmaya başlandı. Söz gelimi uzun bir aradan sonra Çin ile imzalanan anlaşma 'reele ilişkin' ilk çaplı anlaşma olarak dikkat çekti.
Mevzubahis ettiğimiz ‘görünmezlik’ (intangible) öylesine sarıp sarmalamış ki hayatımızı; geçen hafta içerisinde yaşanan küçük bir ‘aksaklık’ kısmen de olsa görünür hale getirdi; bu büyük tehdidi... Hani şu ‘Microsoft’ aksaklığından bahsediyorum. Ne kadar çok şey etkilendi değil mi... Bir ‘aksaklıkta’ bunlar geliyorsa başımıza, savaşta neler gelebileceğini artık siz düşünün.
Kredi derecelendirme kurumları da bu anlamda en etkili bu önlemlerden birisidir. Bir başka deyişle kredi derecelendirme kurumları, raiting kurumu filan değil, not verdiği ülkenin ABD ile ilişki düzeyini gösterir. Sorun çıkarttınız mı ensenize çöker, istediğini alıncaya kadar da ensenizden inmez. Ama mesela iş birliği içerisindeki Birleşik Arap Emirlikleri gibi sözde devletler için boyu ile ölçülemeyecek geniş alanlar açılır. Niye açmasın ki; en nihayetinde sizin için kılıç sallıyor. Mafya liderlerinin adamlarını düşünün... Kendisine ihanet etmedikçe sizi besleyecektir tabii ki de... İstediği herhangi bir zaman kullanılmış kâğıt mendil gibi buruşturup atma opsiyonu da elindedir. Kredi derecelendirme kurumları vasıtasıyla ilgili ülkelere ve bu ülke ile ilgili planları olanlara şu söyleniyor gerçekte; “eğer bu ülkeye yatırım yapılamaz kararı vermişsem planlarını gözden geçir… Karşında ben varım…”
İşin özeti şudur: ‘derecelendirme’ teknik bir konu değil, yeni kurulan düzene yakınlıkla ilgilidir. Bu yüzden Türkiye’nin kredi notunun yükseltilmesi mutlak sevinilesi bir durum değildir. Kimi taleplerin kabul edildiği anlamına dahi gelebilir. Türkiye’nin böyle olduğunu söylemiyorum elbette... Tam tersine küresel çete ile dişe diş mücadele içerisinde... Ama her şeyin süt-liman olmadığına da dikkat çekmek istedim. Vesselam...