Depreme En Hazır Ülke’nin Dramı...
Japonya tarihin en büyük deprem felaketlerinden birini daha yaşıyor. Olası sonuçları gün geçtikçe daha iyi anlaşılabilecek “küresel” etkileri olacak bu “deprem” gerçekten tam bir trajedi.
Depreme en hazırlıklı ülke bugünlerde çok aciz ve çaresiz. Pazartesi gününden itibaren dünya borsalarını dahi etkileyecek sonuçlarını gözlemleme imkanına sahip olacağımız bu muhteşem olayın insani-dramatik boyutu ise her geçen an daha gözle görülür hale gelmeye başladı bile...
1997 depreminde yardımımıza koşan ilk uluslararası yardım ekipleri içerisinde Japonlar vardı.
Aslında Türk-Japon ilişkileri yeterli bir derinliğe sahip olmasa da çok güçlü tarihsel bir temele sahiptir.
Japonya’yı fark eden sultan II.Abdülhamit
İlk ilişkilerin başlangıcı 19. yüzyılın son çeyreğine rastlar. Gerek Japonya'nın genel olarak dünyaya açılma ilkesi gereği Asya devletleri ile iyi ilişkiler kurma isteği gerekse Rusya'ya karşı ortak düşman paydası gibi faktörler iletişimin başlamasına yol açtı. Sultan Abdülhamid Han da İslam Birliği siyaseti gereği doğu alemi ile iyi ilişkiler kurmak istiyordu. Sultan Abdülhamid Han siyasi hatıratında “Rusya asırlardan beri iki devletin de düşmanı olduğuna göre, Japonya ile akdedeceğimiz ittifakların temin edeceği faydaları ciddi olarak mütalaa etmek icab eder.” diyordu.
İlk resmi temas 1871 yılında Japon Dışişleri Bakanlığı katibi Fukuchi Genichiro'nun temsilci olarak İstanbul'a gelmesidir. 7 yıl sonra Seiki gemisi Avrupa gezisi çerçevesinde Haliçe demirlemiştir. Abdülhamid Han tarafından gemi kaptanı ve üç subaya Yıldız Sarayı’nda madalya verilmiştir. 1881 yılında imparatorun akrabalarından Prens Kato Hito'nun gayri resmi ziyareti ve yine Abdülhamid Han tarafından resmi protokolle karşılanması ilişkileri kuvvetlendirmiştir.
1887 yılı ekim ayında Japon İmparatoru Meiji Mikado'nun amcası olan Prens Komatsu Akihito eşi ile İstanbul'a geldi. Sultan Abdülhamid prens ve beraberindekileri Dolmabahçe Sarayı'nda misafir etmişti. Prens Komatsu padişahla görüşmesi sırasında Japon İmparatorunun en büyük nişanı olan “Chrysanthemum” u Sultan'a takdim etti. Sultan ise o zamana kadar hiçbir yabancı devletin nişanını kabul etmediği halde, onu zevkle kabul etmiştir.
Bu kadar gel-git den sonra elbette mukabele etmemek olmazdı. Yalnız Abdülhamid Han'ın hatıratında belirttiği gibi bu yakınlaşmanın başta Rusya olmak üzere bölgedeki diğer güçleri ürkütmemek gerekiyordu. Hem bu sebeple hem de Abdülhamid Han'ın Uzakdoğu üzerinde uygulamaya çalıştığı Pan – İslamizm siyaseti sebebiyle geniş kapsamlı bir misyon belirlendi. Bahriye Miralayı Osman Bey komutasındaki “Ertuğrul Fırkateyni” bu önemli göreve atandı. Böylece hem Prens Komatsu'nun ziyaretine iade ile Japonya ile muhabbetin artırılması hem de geminin geçeceği rotadaki ülkelerde müslüman halka Halife-i Müslimin'in mesajının ulaştırılması hedeflenmiştir.
Ertuğrul Gemisi’nin Japon Sularında Hazin Sonu…
Böylece Ertuğrul gemisi 14 temmuz 1889'da 56 subay, 591 er ve bazı sivil teknisyenler olmak üzere 655 kişilik bir heyet İstanbul'dan törenle uğurlanmıştır. Yol boyunca uğradığı İslam ülkelerinde gemi, yerli müslüman halk tarafından büyük ilgi ve sevgiyle karşılanmıştır. İlk defa Türk bayrağı dalgalanan bir gemiyi görmek, ayrıca Türk askerlerinin 100 – 150 kişilik gruplar halinde kent camilerine dağılarak halkla birlikte cuma namazları kılmaları, müslüman halk arasında Sultan'ın heyetine karşı büyük bir tezahürata sebep oluyordu. Halife'nin elçilerine saygı göstermek için Bombay'da her gün binlerce kişi şehir ve civarındaki kasabalardan gelerek Sultan'ın gemisini ziyaret ediyordu. O zamanlar Hindistan'ın İngiliz sömürgesi durumunda olduğu hatırlanacak olursa bu ziyaretlerin önemi daha iyi anlaşılır.
Gemi komutanı Osman Paşa'nın Bahriye Nezareti'ne yazdığı ve İstanbul gazetelerinde de yer alan mektubunda belirttiğine göre olaylar beklenenin de üzerinde Saltanat ve Hilafet lehine gelişmiştir. Mektupta “Limanlarda toplanan halkın Halife lehinde tezahürat yaptığı, gemiyi ziyaret ettikleri ve -bağımsız İslam toprağı sayarak- gemide namaz kıldıkları” anlatılmaktadır. Yerli müslüman halkın Türk heyetine gösterdiği saygı ve sevgi, sömürge yöneticilerini endişelendirmişti.
Ertuğrul gemisinin seyahati yaklaşık bir yıl sürmüş ve gemi, 7 haziran 1890'da Japonya'nın Yokohama limanına varmıştır.
Temsilcilerimiz Japon halkı tarafından coşkulu ve samimi bir hava içinde karşılanmıştı. Gemi komutanı ve bazı subaylar bizzat İmparator tarafından kabul edilmiş, bu kabul sırasında Osman Paşa beraberinde getirdiği Sultan İkinci Abdülhamid'in mektubunu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük nişanını, ayrıca Padişah'ın gönderdiği kıymetli hediyelerle, Padişah'ın ve Türk milletinin dostluk hislerini Japon İmparatoru'na takdim etmişti.
Ertuğrul heyeti Japonya'da üç ay kalarak ziyaretini tamamladıktan sonra İstanbul'dan gelen emir gereğince 15 eylül 1890 tarihinde dönüş yolculuğuna çıkmıştır. Ertesi gün daha Japon sularından ayrılamadan şiddetli bir tayfuna yakalanan gemi, kayalara çarparak batmış ve yalnızca 69 kişi kurtarılabilmişti.
Kazaya çok üzülen İmparator Meiji, saray doktorlarını kaza mahalline göndererek kurtarılan denizcilerin tedavi ettirilmesini sağlamış ve daha sonra gazilerimizi iki Japon savaş gemisiyle İstanbul'a yollamıştır.
Ertuğrul fırkateyninin Japonya'yı ziyareti, siyasi açıdan istenilen seviyede etki oluşturamadıysa da her iki halkı üzüntüye boğan Ertuğrul faciası her iki halk arasında doğrudan ve samimi bağlar kurulmasına vesile olmuştur. Japon halkı şehit aileleri için yardım kampanyaları açarak bu üzüntülerini gidermeye çalışmışlardı. O zaman büyük Japon gazetelerinden “Yiji Shimbun” öncülüğünde açılan bir kampanyada toplanan paralar, ünlü gazeteci – yazar Sotara Noda ve Yakındoğu Ticaret Komitesi Şefi Torajiro Yamada tarafından 1892 İstanbul'a götürülmüştür. Bu Japon elçiler Sultan Abdülhamid Han tarafından huzura kabul edilerek İstanbul'da kalıp Türk subaylarına Japonca öğretme konusunda ikna edilmişler ve uzun süre İstanbul'da kalmışlardır. Yamada ve Noda Türkiye'de kaldıkları sırada mükemmel şekilde Türkçe öğrenmişler, İslam dinini tanıyıp Müslüman olmuşlardır.
Yüzyılın Kurtarma Operasyonu...
Japonlarla ilişkilerimizin temelinde böylesi hazin-duygusal bir hikaye yatarken 1985 yılında bu defa Japonların coğrafyamızda yaşamak üzere olduğu bir dramatik hikayeye dahil olduğumuzu görüyoruz.
Yıl 1985 İran-Irak arasında savaşın bütün şiddetiyle yaşandığı bir yıldı.
Saddam Hüseyin 18 Mart 1985’te, bir gün sonra İran’a hava saldırısı başlatacağını ve sivil yolcu uçaklarını da vuracağını açıklamıştı.
İran’da özellikle Tahran’da yaşayan/çalışan yabancılar çoktan ülkeyi terk etmişti.
Tahran’daki Nissan Otomobil Fabrikası’nda çalışan Japon işçiler ise Tahran’dan çıkmayı başaramamış ve mahsur kalmıştı. Japon Hükümetinin ise hiç bir girişimi yoktu.
Çaresizlik içerisindeki İtochu şirketi temsilcisi Morinago Kotachu’nun dönemin Başbakanı Turgut Özal’a başvurarak mahsur kalan çalışanları için yardım ricasında bulundu.
Turgut Özal bu insani yardım talebine kayıtsız kalmadı. Devreye Türk Devleti girmiş oldu.
Özal’ın talimatı üzerine Türk Hava Yolları hemen harekete geçti. Kaptan Pilot Ali Özdemir’e uçuş emri verildi. Pilot uçuş ekibiyle birlikte boş bir DC-10 uçağıyla İstanbul’dan havalanarak Tahran’a yöneldi. Uçak alana indiğinde pist boştu. Başmühendis Janichi Numato’nun sorumluluğundaki 215 Japon mühendis ve teknik eleman grubu hemen uçağa doluştu.
Uçak kalkmaya başladığına birden bir hareketlilik oluştu. Irak’lı askerler ateşe başlamışlardı.
THY uçağı Saddam’ın açıkladığı saldırı saatinden sadece 3 saat önce İran’dan bu atmosfer içerisinde ayrılmış oldu. Gerçekten ateş hattından bu insanlar büyük bir risk alınarak kurtarılmıştı. Uçak havalanırken uçaksavar füzeleri uçağın 5 metre yakınından geçiyordu.
Japonlar bu operasyonu “yüzyılın kurtarma operasyonu” olarak nitelediler.
İran’dan kurtardığımız Japon’lar ülkelerine döndükten sonra Turgut Özal’a bir teşekkür mektubu ile duygularını iletmişlerdi. Bu olumlu tesir yıllar geçtikçe unutulmamış ve 14 yıl sonra 1999’da Gölcük depreminde uçakta bulunan Satoru depremzedelere yardım için 5 milyon yen toplayıp Ankara’ya teşekkürünü gönderdiği gibi İtochu firmasından Morinaga’da, tüm firma çalışanlarına depremzedelere destek verme çağrısında bulunmuştu.
Japonlarla aramızda biraz da dramatik olaylarla temel bulan bu dostluk her geçen gün gelişmeye devam etmektedir.
Deprem ve yeni dostluk köprüsü...
2010 yılında bu ilişkileri derinleştirmek için “Türkiye’de Japonya Yılı” ilan edilmiş ve maalesef toplumun tüm kesimlerine yaygınlaştırılamayan cılız etkinliklerle Türkiye’de Japonya’ya ilgi uyandırılmaya çalışılmıştı.
Bugün 120 yıllık bir ilişki temeline rağmen 4 milyar dolar civarındaki Türk-Japon dış ticaretinin sadece % 10’nu ulaşabilen bir ihracat, 300 bine bile ulaşmayan Japon turist sayısı ile karşı karşıyayız. Türk firmalarının maalesef Japonya’da doğrudan yatırımı ise bulunmamaktadır. Türkiye’nin Japon yatırımları içindeki payı ise binde 25 gibi çok düşük seviyelerdedir. Japon yatırımcılar AB ülkelerine daha fazla yatırım yapmakta ve ilgi göstermektedir.
Burada “faydacı” bir yorum yapmak istemiyorum. 120 yılını dolduran ve zor zamanda dostluk öyküleri ile süslü Türk-Japon ilişkilerini bu tabloyu değiştirmek/geliştirmek adına değil sadece insanlık değerleri ve tarihsel dostluğun temel karakterine uygun olarak geliştirme zamanıdır.
Japonya’yı ve Japonları bu büyük felakette yalnız bırakmamak ve her türlü yardım çabası ile oraya ulaşmak bizim için hem insani hem de bir tarihsel dostluk görevidir. Pakistan sel felaketi sırasında gösterdiğimiz dostluğu burada da ve belki fazlasıyla göstermemiz gerekmektedir.
Hükümetimiz, Kızılay’a, Diyanet’e, Sivil Topluma velhasıl hepimize bu konuda ciddi görevler düşmektedir. Bu atılım Türk-Japon ilişkilerinde yeni ve özel bir dostluğun başlangıcına mutlaka temel olacaktır.
unalsade@mynet.com