Almanların ateşten top halinde kucağımıza bıraktıkları ‘Deniz Feneri e.V.’ davasındaki son gelişmeyi herhalde işittiniz: Mahkeme sanıkları tahliye etti.
Zaten malları üzerine konmuş tedbir başka bir mahkemece kaldırılmış, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da uygulanması için kararı ilgili devlet kurumuna tebliğ etmişti...
Gürültü koparan olur mu, bilmem. Ancak sonunda utanmak istemeyenlere fazla acul davranmamalarını tavsiye edebilirim. Bu işin içinde ilk bakışta görünmeyen pek çok iş var çünkü...
Frankfurt’taki Eyalet Mahkemesi ilginç bir yargı kurumu. Ne hikmetse Türkiye’yi ilgilendiren kritik davalar bu mahkemeye düşürülüyor. Daha da ilginci şu: Türkiye’yi ilgilendiren davalarda, nasıl oluyorsa, Alman istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Dairesi (AKD, Verfassungsschutz) görevlileri devreye giriyor...
‘Deniz Feneri e. V.’de böyle oldu.
Bir Başkomiser Alexander Böhm var sözgelimi; yalnızca operasyonu başından sonuna kadar yönetmiyor, yargıçlara akıl veriyor, olaya siyasi mahiyet kazandıran çıkışlar yapıyor, kararı beğenmeyip açıklamalarda bulunuyor...
‘Sayın muhbir vatandaş’ da olur böyle operasyonlarda; nitekim var... Yargılanmaya sebep hata iddiaları hep muhasebeyle ilgili: Kayıtlar yanlış tutulmuş... Evraklarda tahrifat yapılmış... Ödemeler elden gönderilmiş... Peki de bu hatalar kimin eseri olabilir? İşte o hataların hesabı kime sorulacaksa o kişi Başkomiser Böhm’ün ‘muhbiri’...
Acaba Başkomiser Böhm ile muhbiri arasındaki ilişki ne zaman başladı? Şahsen ben o ilişkinin davadan çok önce kurulduğunu sanıyorum. Kuşkum doğruysa şu soruyu sormam kaçınılmaz: Mahkeme konusu olan hatalar bile bile yapılmış/yaptırılmış olmasın?
Çoğu Batı ülkesinde davalar Savcılık ile sanıklar arasında varılan bir mutabakatla sonlandırılır; uzun yargı süreci yüzünden devlete masraf yaptırmamak için... Savcı “Şu kadar cezaya razı ol, duruşmasız bitirelim şu işi” der, cezayı azaltacağı için çoğu sanık onay verir... Bu dava da savcılarla sanıklar arasında varılan mutabakatla bağlandı, ama bir farkla: Ceza önceden kararlaştırıldığı halde yargılama haftalar boyu sürdürüldü...
Sebebi belli: Böyle bir olayın olduğunu hepimizin öğrenmesini sağlamak... Her akşam Frankfurt’tan canlı yayına bağlanan muhabirler, savcılığın iddialarını tekrarlayıp durdular... Bir gün, iki gün... Bir hafta, iki hafta... Bir ay, iki ay... Hemen her akşam...
Frankfurt Eyalet Mahkemesi bunu hep yapıyor...
Türkiye 28 Şubat sarsıntısı içerisine girmek üzereyken, 1997 yılı ocak ayında, aynı mahkeme, iki Yugoslav bir Türk uyuşturucu kaçakçısını yargılamaktaydı. Mahkeme reisi, birdenbire “Bu dava aslında siyasi, çünkü sanıklar Türkiye’de en yüksek düzeyde korunuyorlar” dedi. Ertesi günden başlayarak bizim gazeteler ve TV kanalları “Kim?” sorusu eşliğinde suçlu arayışına girdi.
Mahkeme reisi başbakan yardımcılığı koltuğunda oturan Tansu Çiller’i suçlamaktaydı...
“İş nereye vardı?” sorunuza kestirme cevap vereceğim: Mahkeme sonunda Tansu Çiller’den özür diledi; olayla ve sanıklarla hiçbir ilgisi bulunmadığını resmen açıklayarak... Ancak özür geldiğinde Çiller artık bakan değildi; 28 Şubat (1997) sonrası yaşananlar yüzünden Refahyol Hükümeti sona ermişti çünkü...
O zaman ben bunu “Almanya’nın 28 Şubat’a katkısı” olarak bilmiş, bir kenara not düşmüştüm...
‘Deniz Feneri e. V.’ davasının da benzer bir süreçle irtibatı olduğuna inanıyorum. Dava başladıktan sonra nereden çıktığı, kime ait olduğu belli olmayan bir kâğıt üzerinden Ak Parti ve özellikle Tayyip Erdoğan hedefe konuldu, sonra da ‘köstebek’ iddiasıyla Beşir Atalay...
Başkomiser Böhm, “Almanya’da kurulan şirketlerden birinin adı ‘Weiss’, Türkçesi ‘ak’ demek, anlarsınız ya...” tadında açıklamalar yaptı.
Kimsenin görmediği bir alanda ‘ayışığı, eldiven, sarıkız, kafes, balyoz’ türü hazırlıklar yapıldığı bir dönemde; internet siteleri aracılığıyla ‘e-muhtıra’ verilirken...
Uyarımı dinleyin dostlarım, fazla acul davranmayın...