8 Ağustos tarihindeki ‘Türkiye-Suriye savaşı çıkar mı’ başlıklı yazımın sonu şöyle bitiyordu:
“Dünya homurdana homurdana, zorlana zorlana, uflaya puflaya bir çağdan diğerine geçişin tüm zorluklarını yaşıyor...
Amerika’dan Norveç’e, Yunanistan’dan Suriye’ye, Afganistan’dan Somali’ye kadar herkes maalesef şaşırtıcı bir şekilde bundan nasibini alıyor ve alacak...
Velhasıl, herhangi bir konuda, oynarken, oynarken yangın çıkması beni şaşırtmaz...
Gittikçe gerginleşen Türkiye-Suriye ilişkileri de tabii ki bundan muaf değil...
Din, ırk ve mezhep gözetmeden tüm vatandaşlarının mağduriyetini giderecek kurumsallaştırılmış bir demokratikleşmeyi hem iç politikada, hem de dış politikada hedeflemeyenler ile çağın gelişimi arasında ihtilafın önlenmesi mümkün değil...”
***
Cuma günü yazdığım ‘Başbakanın çok önemli bir cümlesi’ başlıklı yazımda da aynı minvalde şu eleştiriyi yapıyordum:
“Zaten Türk dış politikasının çok fazla arıza yapmasının nedeni de ‘insanın önemini’ ortaya çıkaran ‘küreselleşmeyi’ değil de eski ‘ulus-devlet’ anlayışını eksen almasından kaynaklanmakta...”
***
Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey yetkililerden birinin basına yönelik bir brifinginde, benim eleştirdiğim bu anlayıştan artık vazgeçilecekmiş umudu yaratan mesajlar verildiğini okudum...
‘Türkiye, ‘statüko yanlısı’ bir bölge gücü olmaktan çıkarak, ‘bölgede değişim yanlısı’ bir bölge gücüne dönüşerek, bölgenin geleceğini biçimleyen temel aktörlerden biri’ oluyormuş...
Artık dış politikanın yeni ilkesi ‘bölgesel iktidarın, artık ulus-devlet yapıları içindeki diktatörlerle değil, bölgenin her yerinde demokrasinin yerleşmesi’ imiş...
Keşke...
***
Dünkü gelişmelere, kapalı kapılar ardında bir grup gazeteciye söylenen ‘yeni dış politika paradigmasının’ ışığında baktım...
Bu takdirde, Mısır’da halkın belki de bu kez ‘gerçek bir devrimi’ başlatarak ‘asker gözetiminde’ modernleşmeye isyan etmesine sonuna kadar destek vermemiz gerekir...
Türk hacı kafilesini taşıyan otobüs konvoyunun silahlı saldırıya uğradığı Suriye’nin diktatörüne karşı çıkarken, Suudi Arabistan’daki ve İran’daki dikta rejimlerine de karşı çıkmamız gerekir.
Gerçekten bundan böyle amaç, ‘artık ulus-devlet yapıları içindeki diktatörlerle anlaşmak değil, bölgenin her yerinde demokrasinin yerleşmesi’ ise...
Ve ‘Türkiye, ‘bölgede değişim yanlısı’ bir bölge gücü ve bölgenin geleceğini biçimleyen temel aktörlerden biri oluyor’ ise bundan daha doğal bir gelişme olamaz...
***
Ancak ufak bir sorun var...
Bölge gücü olarak dört bir yana demokrasi ayarı verecek olan Türkiye sadece ‘Kürt sorunundan’ muzdarip değil, gerçek ‘demokratik bir cumhuriyet’ten de çok uzak...
Bu garip çelişkiyi nasıl gidereceğiz?
Acaba siyasetin ‘değiştirmekten ziyade keyfince yönetmek istediği’ bu coğrafyaya, ‘bölgesel demokrasi arzusuyla’ birlikte gerçek bir demokrasi gelir mi?
Bölgedeki değişimlere liderlik etme arzusu, ‘siyasetin keyfi yönetim arzusu nedeniyle sistemli bir demokrasiden kaçındığı bu topraklara gerçek ve kalıcı bir demokrasi’ gelmesinin yolunu açar mı?
Ortadoğu’nun demokratik öncülüğüne soyunmak, bakarsınız bizde siyasetin koyun koyuna yatmaktan rahatsız olmadığı 12 Eylül rejimi de dâhil, tek parti mirasının faşizan zihniyetini tümden siler süpürür, AB standartlarında yeni bir demokratik cumhuriyete kavuşuruz...
Biz bölgeyi değiştirirken, bölge de bizi değiştirir.