Demirköy, Kırklareli’nin küçük ve şirin bir ilçesidir. İlin Karadeniz havzasında, Istaranca (Yıldız) Dağlarının 400 metre yüksekliğindeki eteklerinde orman içine yerleşmiş ve 4500 kişiyi biraz aşan nüfusuyla köy irisi bir yerleşim yeridir. Dağlık ve ormanlık olan coğrafik konumu itibariyle daha fazlasını beklememek gerekir.
Vakti zamanında burada görev yapan bir öğretmen derste öğrencilere, Demirköy’deki ticari hayatı anlatan bir kompozisyon yazın der. Öğrencilerden biri de “Hocam, en büyük esnafı çekirdek satar. Bunun neyini yazalım ki!” diye cevap verir. Burada küçük bir açıklama yapalım. Bölgede çerez olarak kavrulmuş Ayçiçek çekirdeğine kısaca “çekirdek” denir. Hasılı ilçenin mevcut durumu böyledir.
Ancak ben bu küçük ilçenin farklı bir yönünden bahsetmek istiyorum. Tarihin külleri ve tozları altında kalan yönünü ele alacağım. Öncelikle bu günkü adını nasıl aldığını belirtelim. Eski adı Samakofçuk’tur. Bölgede demir madeninin çokça bulunması ve İstanbul’un fethinde kullanılan topların buradaki dökümhanede dökülmüş olmasından dolayı “Demirköy” adını almıştır. Yani çağ kapatıp çağ açan bir düşünce ve gayretin çalışma sahalarından biridir. Fatih Sultan Mehmet Han’ın büyük ideallerine hizmet edecek araçlarının bu alanda somut hale dönüşmesinden duyduğu heyecanı hayal etmek gerekir. Bu mekan, bu heyecanlara ve çalışmalara sahne olmuştur.
Halihazırda burada devam eden arkeolojik çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmalar Demirköy ve çevresinde mevcut olduğu söylenen 150’ye yakın demir döküm atölyelerini gün yüzüne çıkarma gayretidir. Yanlış hatırlamıyorsam çalışmayı Boğaziçi Üniversitesi’nden bir grup yürütüyor. Ekip başı akademisyen “düşündüğümüz bulguları elde etmemiz halinde tarihi yeniden yazmak gerekecek” diye bir açıklama yapmıştı. Çünkü Avrupa’nın sanayi devrimini 18. yüzyılda gerçekleştirdiğini biliyoruz. Bu tarihten yaklaşık 1 asır öncesinde bu bölgede 150’ye yakın dökümhane olması demek -bir nev’i organize sanayi bölgesi de diyebiliriz- Osmanlı’da ağır sanayi olduğu manasına gelir.
Olurda bir gün yolunuz bu küçük ilçeye düşerse sadece mevcut görüntüsü ile değerlendirmeyiniz, bu tarihi rolünü de düşünerek bakınız.
Tarih bilinci deyince örnekleri çoğaltmak mümkündür. Mesela, bizlere “dünya tarihinde bildiğimiz manada ilk yel değirmeni hangi ülkede yapılmıştır” şeklinde bir soru sorsalar çoğumuz Hollanda der herhalde. Çünkü değirmenler neredeyse bu ülkenin sembolü haline gelecek şekilde yazılı kaynaklarda yer almıştır. Ancak sorunun cevabı Afganistan olacak. Şaşırdınız değil mi? M.S 644 yılında Afganistan’ın İran sınırına yakın Seistan bölgesinde yapılıp kullanılmıştır. Daha eski tarihlerde ilkel modellerini değişik bölgelerde görmek mümkündür. Ancak bu günkü manada anladığımız ilk yel ve su değirmeni bu bölgede inşa edilmiş ve üstelik çok amaçlı olarak kullanılmıştır. Yani tahıl öğütme yanında su tahliyesi ve hatta dokumacılıkta bile kullanılmıştır. Afganistan’ın bu günkü halini düşününce…
“Yanlış hesap Bağdat’tan döner” diye bir söz vardır. 8 ve 11.asır arasında yanlış hesabın Bağdat’ı geçmesi mümkün değildi. Çünkü o dönemlerde bütün ilimlerin kutbu sayılan alimlerin toplandığı yer Bağdat idi (Beytül Hikmet). Bu nedenle “yanlış” ancak Bağdat’a kadar gelir ve burada o yanlış giderilirdi. Ya bu gün? Bağdat bizatihi yanlış hesapların merkezi olmuş durumda. Son dönemde içine girdiği girdapta yaklaşık 2 milyon insan ölmüş ve her gün de ölmeye devam ediyor. Bu rakamlar insanın içini sızlatıyor.
Bağdat ve Irak deyince Kut’ül Amare savaşından bahsetmeden geçemeyeceğim. 29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı ordusu, o zamanın yenilmez süper gücü olarak görülen Birleşik Krallık ordusunu mağlup ederek kesin ve tartışmasız bir zafer kazanmıştır. Çünkü savaş, İngiliz general Townshend’in esir alınması ile sonuçlanmıştır. Bundan daha net bir zafer olabilir mi? Osmanlı ordusu bu savaşta 25.000 şehit vermiş, buna karşılık Birleşik Krallık ordusu 40.000 ölü ve 13.000 esir vermiştir. Bu savaşın iki kahramanı olan Ali İhsan ve Halil Paşa yıllar sonra soyadı kanunu çıkınca soy adlarını bu zaferden mülhem almışlardır (Ali İhsan Sabis ve Halil Kut). Bu zafer 1952 yılına kadar (NATO’ya üyelik tarihi) Türk Silahlı Kuvvetlerinde Kut Bayramı olarak her sene kutlanmıştır. Bu günkü manzaraya bakınca bu Kut’lu zaferi unutmamak gerekir diye düşünüyorum.
Bütün bunları “Hey gidi şanlı günler” demek ve gönül eğlemek için aktarmıyorum. Bir Arap düşünür “ Bu günün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yad edilmesidir” der. Onun için yaşadığımız bu günlerde yeterince acı var. Bunlara ilave yapmanın da gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ancak bu günün ihyası ve geleceğin inşası için de geçmişi iyi bilmenin ve gerekli dersleri çıkartmanın elzem olduğuna inanıyorum.
Yiğit düştüğü yerden kalkar vesselam.