Dehşet dengesi

xxx78

Türkiye'de mevcut TV sayısının çok fazla olduğu başka ülkelerde yaşayan veya bir süreliğine oralarda ikamet eden neredeyse herkesin ortak kanaatidir. “Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar kanal yok” dendiğini sıkça duymuşsunuzdur.

Ben de o kanaatta olanlardanım. İngiltere'de ve ABD'de bile onlarca ulusal kanal bulunmaz. Bizde 16 ulusal kanala ek olarak, çaktırmadan ulusal yayın yapan en az on kanal daha var; hepsini topladığınızda bu alanda bir rekor elde edilebiliyor...

Neden acaba?

Bu soruyu özellikle esas işi 'medya sektörü' olmayan patronların kanal sahibi olmak istemelerinin sebebini merak ettiğim için soruyorum. Eskiden “Siyasi iktidara karşı gerektiğinde bir güç gösterisi yapmak için” cevabı beni tatmin ediyordu; şimdilerde daha farklı bir görüşüm var: “İşadamları rakip işadamlarının şerrine karşı bir tedbir olarak harcıyor milyonlarca doları ve kendisi de gerektiğinde saldırılara ve bel altı vuruşlara cevap vermek üzere kanal sahibi oluyor...”

Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki Soğuk Savaş'ta ihtilâfın sıcak çatışmaya dönmesi iki tarafın da dişlerine kadar füzelerle donanmasıyla önlenmişti. Düğmeye ilk kim basarsa bassın öteki tarafın da derhal kendi düğmesine basacağını bilir, dünyanın karşılıklı tahriple enkaz yığınına dönmemesi için liderler ellerini düğmeden uzak tutarlardı.

Buna 'dehşet dengesi' deniyor... Siz de karşı tarafı tahrip edecek güce sahip olduğunuzda, saldırıların öldürücü olmayacağını biliyorsunuz... Güçlü olan sizi her zaman vurabiliyor; ama hiç değilse siz de onu yaralayabiliyorsunuz...

Bazı medya kuruluşları için 'dokunulmayacak' sadece iki ekonomik kuruluş var: Koç ve Sabancı... Bu iki holding dışında, “Feriştahı gelse bana dokunamaz” diyebilecek kimse/şirket/kuruluş bulunmuyor. Şirket ve kuruluşun reklâm bütçesinin milyonlarca dolara ulaşması bile koruma kalkanı teşkil etmiyor. Reklâm verenler listesinde Koç ve Sabancı'dan hemen sonra gelen ülkemizin en büyük holdinglerinden birinin patronu, en çok satan gazetenin manşetinde, eşinin 'tarihî eser kaçakçısı' haberini okuyabildi ülkemizde.

Koleksiyonunda bulunan iki duvar çinisi yüzünden... Sonradan, o iki duvar çinisinin müzeden izinli olduğunu öğrendik. Ancak, 'büyük gazete', kendisini de büyüklerden sayan genç holding patronuna, patronu adına “Büyüklüğüne güvenme” mesajını açık-seçik vermiş oldu.

Aksiyon dergisinin medya konusuna eğildiği son sayısında, Bülent Korucu, Can Dündar'ın gazeteciliğe yeni adım attığı günlerde yaşadığı 'et-piliç' haberciliğini hatırlatmış. Gazetede iki gün üstüste, ilki “Etler pis” sonucu çıkartılan, öteki de “Et pahalılandı” diye muştulayan iki 'sür-manşet' haberin öyküsü bu: “Nice sonra anladık ki, sevgili gazetemiz 'piliç sektörü'ne yatırım yapmıştır; acımasızca kullanıldığımızı hissettik.”

Piliç sektörüne yatırım yapan elbette gazete değil, gazeteyi de çıkaran işadamı... İlk yaptığı iş, gazetesinde kırmızı eti kötülemek olmuş işte... Ardından da, 'beyaz et' diye de anılan piliç etinin ne kadar sağlıklı olduğuna dair haberler yayımlamıştır herhalde...

Kendisini yıllarca 'büyük gazete' olarak tanıtan Hürriyet'in eski patronu da 'tavukçu' idi. Emin Çölaşan'ın Hürriyet'in 40. yıldönümü (1988) vesilesiyle patronu Erol Simavi'yle yaptığı röportajı okumuş olanlar, etrafta “Tavukçu” diye anılmaktan duyduğu rahatsızlığı şikâyet konusu yaptığını hatırlayacaktır.

“Hürriyet'te sizin aleyhinize bir şey çıkabilir mi?” sorusuna cevap 'piliç' ve 'yumurta' örneğinden geliyor: “Kalkmışım, yumurta ve tavuk işine girmişim. Bugün, köy çiftliklerini saymazsam, galiba Türkiye'nin yumurta işinin yüzde 70-80'ine ben hâkimim. İhracat da yapıyoruz ve memlekete üç milyon dolar kadar döviz getiriyoruz...

“Bazen bir bakıyorum, bizim gazetenin ekonomi sayfasında, 'Yumurta altmışbeş lira oldu, yumurtaya yine zam geldi' gibi haberler yayınlanıyor. Bunları yazan arkadaşlarımın hepsi de, benim yumurta işinde olduğumu biliyorlar. Ama ben, bir gün de onlara, 'Çocuklar, ayıp değil mi? Bu yumurtanın sahibi ben değil miyim?' dememişimdir!.. (Gülüşmeler)...” (Hürriyet, 7 Mayıs 1988)

Gerçekten de gülünecek bir cevap bu. Ne kadar da Hürriyet'in şimdiki patronunun kendini savunmasına benziyor, değil mi?

Demek o yıllar yalnız en büyük gazete patronu değilmiş Erol Simavi, 'tek hâkimi' olduğu yumurtadan başka pek çok para getiren sektörde yatırımları varmış... Sonra ne olduysa, bir gün her şeyini satıp savıp tası toprağı toplayarak kendisini yurtdışına attığını biliyoruz.

'Piliç kralı' olmak da bitti Erol Simavi için, 'basın baronu' olmak da...

Belki daha mutludur yaşadığı yerde, ne bileyim?