Türkiye değişiyor, hem de çok hızlı... Bu değişimi anlayan ve yakalayanlar ayakta kalabilecek, kavrayamayan ve es geçenler nal toplayacaktır.
Bu gerçeğin siyasette, iş dünyasında, medyada geçerli olacağı konusunda birçok belirti suyun yüzüne vuruyor.
Örneğin siyasette Tayyip Erdoğan, 2000’lerin başından itibaren değişim dalgasının farkına varabildiği için seçim üstüne seçim kazanmaya devam ediyor.
Buna tam ters bir örnek ise Deniz Baykal’dır. 1990’lı yıllardan beri kendisini değişime kapadığı içindir ki, seçim üstüne seçim kaybetmiştir Halk Partisi...
Şimdi ise CHP bir süredir Kemal Kılıçdaroğlu’yla birlikte değişime kapı aralayan yeni bir döneme girebileceğinin sinyallerini veriyor.
Kılıçdaroğlu, yüzünü ‘Kürt sorunu’na dönüyor. Avrupa Birliği’yle, Sosyalist Enternasyonal’le partisinin ilişkilerini ısıtmaya başlıyor.
Başörtüsü meselesini CHP olarak çözebileceklerini söylerken, Baykal’ın bir tabusuna daha, “Türkiye’de laiklik tehlikede değil” diyerek bir darbe vurabiliyor.
Yeni anayasa konusunda da CHP’nin daha iyisini yapabileceğini belirtiyor.
Kılıçdaroğlu, daha önemlisi, Baykal’dan tümüyle farklı bir tavır alarak, Türkiye’nin temel sorunlarının çözümünde, Erdoğan’la diyalog ve uzlaşma kapısını açabileceğinin işaretlerini de veriyor.
Kılıçdaroğlu, CHP gibi yıllardır bütün bu konulara direnmiş bir partiyi nereye kadar değiştirebilir sorusunun yanıtı şimdilik ortada...
Ancak dikkat edilmesi gereken, Kılıçdaroğlu’nun da ‘değişim kapısı’nı zorlamaya başladığına dair işaretlerin su yüzüne çıkmış olmasıdır.
Yaşanmakta olan değişim süreci elbette sancılıdır, güçtür. Kendi yapısında birçok ‘çelişki’yi barındırdığı için de kafaları karıştırabilmektir.
Dikkatli analiz edilmezse, sapla samanın birbirine girdiği olaylar zinciri karşısında insan bazen afallayabiliyor.
Örneğin, Kürt sorunu ve PKK konusunda Türkiye bugün barışa çok daha yakın bir noktada.
Ama bir yandan da şaşkınlık yaşanıyor. Artık İmralı’dan, Öcalan’dan gelecek haberlerin Ankara’da da, medyada da merakla beklendiği bir döneme girdik.
Bu da kimi kafaları karıştırıyor.
Ya da bir zamanlar kendisi Fethullahçı diye damgalanmış ünlü bir polis şefi, Hanefi Avcı, bir kitap yazarak devletin Cemaat tarafından ele geçirilmekte olduğunu iddia edebiliyor.
Hem bazı gerçeklere dokunuyor, hem bazı soru işaretleri uyandırıyor kafalarda...
Bir Genelkurmay Başkanı, İlker Başbuğ Paşa, Balyoz dosyasındaki cami bombalama iddialarını, “Allah Allah diye taarruza eden Mehmetçik, hiç böyle bir şey yapar mı?” diyerek şiddetle reddederken, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği de yapmış bir başka emekli orgeneral, Sabri Yirmibeşoğlu Paşa da kalkıp, Kıbrıs’ta Türkleri Rumlara karşı harekete geçirmek için ‘derin devlet’in cami bombaladığını ağzından kaçırıveriyor.
Öte yandan,1990’ların başında bir uçak kazasında ölen eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis Paşa’nın JİTEM ya da derin devlet tarafından gerçekleştirilen bir suikasta kurban gittiğini, bunun gibi ölümden kıl payı kurtulan Başbakan Özal’ın da aynı odaklarca yapılan bir suikast girişimine hedef olduğunu, kendisini JİTEM’in kurucusu olarak ilan eden ve halen Ergenekon sanığı olan bir albay tarafından itiraf niteliğinde açıklanıyor.
Bütün bunlar ne mi?
‘Değişim’in sonuçları denebilir. Bütün bunlar, değişim sürecindeki ‘temizlenme’nin belirtileri denebilir.
Günlük deyişle:
Sifon çekiliyor!
Böyle bir değişim sürecinden tüm kurumlar nasibini alacak. Siyaset de alacak, ordu da alacak, yargı da alacak, emniyet de alacak.
Süreç ne kadar sancılı ve kafa karıştırıcı olsa da değişimden kaçış yok! Hukuk devleti bu ülkede de yerli yerine oturacak, hukuk herkesi bağlayacak!
Şu sıralar kafalarımız karışabilir. Çünkü yaşanan değişim süreci kendi içinde çelişik bir bütün...
Ama ‘baş çelişki’ değişimi isteyenlerle istemeyenler arasında, demokrasi ve hukuk devletini isteyenlerle istemeyenler arasında, barışı isteyenlerle istemeyenler arasında, siyasette diyalog ve uzlaşmayı isteyenlerle istemeyenler arasında...
Son söz:
Değişimi içtenlikle isteyenlerin sonunda kazanacağı konusunda herhangi bir kuşkum yok.