Dağılan imparatorluğun ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin elit yönetici kadrosununun dışa kapanık, komşularını ezeli düşman, kendi halkını ve değerlerini de ıslah edilmeye muhtaç moronlar topluluğu olarak gören yönetim anlayışı doğal olarak Türkiye'yi dünyadan izole etti ve bu durum yakın zamana kadar da devam ederek geldi.
Bu durumun 2. Dünya Savaşı sonrası devam eden Soğuk Savaş dönemiyle izah edilme çabası bir şekilde anlaşılabilirse de aynı savaştan yenik çıkmış Almanya, Japonya ve bazı Avrupa ülkelerinin gelişmişlik değerleri bu açıklamanın çokta inandırıcı olmadığını gösteriyor.
Dünyayı kendi sınırları dahilinde gören ve enerjisini sürekli halkıyla mücadele ile harcayan bir yönetim anlayışının gelişen-değişen dünyaya ayak uydurması; vizyon sahibi diplomat ve siyasetçi yetiştirmesi de doğal olarak beklenemez.
Asırlarca kader birliği yaptığı Arab, Kürt, Fars, Arnavut, Ermeni ve diğer Osmanlı halklarını düşman gören; yönettiği Balkan ve Arap coğrafyasından bihaber siyaset yapan devletlü büyüklerimizin bu gün yaşanan etnik ve dini problemlerden sorumlu olmadıklarını söylemek sanırım saflığın daniskası olur.
Özal sonrası açılımların karşısında duran Ulusalcı elit kesimin kendileriyle müsemma antidemokratik uygulamaları ve darbe dönemi baskıcı yönetimleri bugünlerde deşifre olmaya başladı da millet neyin ne olduğunu da anlamaya başladı. Son açılımlar sürecindeki muhalefetlerinin toplumdan karşılık bulamamasının anlamı da artık gelişen değişen dünyaya Türkiye'nin de geniş bir vizyonla katılma isteğidir.
Özal sonrası Türk siyasi entelektüellerinin dışa açılma çabaları bu günlerde dış politika ve iç politikadaki dengelere yapılan olumlu müdahalelerle meyvelerini de vermeye başladı. Artık gündemi sadece takip etmekle yetinmeyip gündem oluşturan bir Türkiye var ve bu Türkiye imparatorluk mirası geniş coğrafyanın da yeni yeni farkına varıyor.
Kosova, Bosna ve Kıbrıs girişimleri Türkiye'ye Balkanlarda olduğu kadar Avrupa coğrafyasında da geniş bir vizyon kazandırdı. Yine Ermenistan ve Gürcistan daki gelişmelere yapılan müdahale ve girişimler, Avrasya Enerji koridorunun merkezi olma yönündeki gelişmeler bu vizyonu daha geniş bir sahaya yayıyor ve Türkiye'yi neredeyse dünyanın merkezindeki dokunulmaz ülke statüsüne taşıyor.
Tüm bu kapsamlı değişim ve dönüşüm içerisinde; Ortadoğu'nun neredeyse merkezine habis bir ur misali çöreklenmiş, her türlü insan hakkı ihlalini kendisine hakmış gibi uygulayan ve uluslar arası hiçbir anlaşmaya yanaşmayan İsrail'e de dur diyebilen tek ülke konumuna geldi Türkiye.
Aslında daha öncede kendisinden beklenen bu vizyona sahip olan Türkiye'nin; ufuksuz, vizyondan yoksun devletlülerinin yüzünden Filistin’deki mezalime kayıtsız kalması hiçte kendisine yakışır bir tavır değildi.
Nitekim İsrail'in konuşlandığı yer asırlarca bize ait olmuş bir coğrafya ve oradaki Filistin halkı da en az bizim kadar imparatorluk mirasçısı bir halk. Ayrıca, İsrâ ve Miraç mucizelerinin şahidi, Harem mescitlerinin üçüncüsü olan Mescid'i Aksa ve Kuran’da mübarek kılınan Kudüs bu coğrafyada. Türkiye halkına sorarsanız kahir çoğunluğu Şanlıurfa, Elazığ, Edirne neyse Kudüs'te Gazze'de odur diyecektir.
Hal böyle olunca Filistin ve Kudüs bizler için tarihsel olarak ne kadar önemli ise kutsallığı açısından da tüm dünya Müslümanlarının olduğu kadar bizim içinde o kadar önemli ve vazgeçilmezdir. Nitekim oradaki barış ve esenliğin umudu; hem Müslümanlar hem de gayri Müslimler açısından her zaman Türkiye olmuştur ve her platformda da ifade edilmiştir.
Davos'ta başlayan “One minute” sürecini de bu açıdan okumak gerekiyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu süreçteki tavır ve eylemlerinin tarihsel derinliğini kavrayamayan Türkiye'deki ulusalcı elit kesimin muhalefetini de hatırlarsınız yüreğimiz burkularak şahit olmuştuk.
Gazze'deki ablukanın binlerce çocuk ve hastanın hayatına sebep olduğunu hepimiz biliyor ve izliyorduk. Öylesine kanıksamıştık ki bunu sanki normal bir haber seyrediyormuşuz gibi geliyordu, yakın zamanda fosfor bombalarıyla can veren çocuk, kadın ve yaşlılar başta olmak üzere yüzlerce Filistinliyi yine bir çoğumuz aynı kanıksamış tavırla izledik. Fakat yeni süreç toplumsal belleğimizi de harekete geçirmeye yetti. Demek ki vizyon sahibi idareci ve vizyon sahibi bir Türkiye'yi hepimiz özlemiş.