26 Mayıs 2012/Serinyol
Canım Arkadaşım,
Uzun zamandır sana birkaç satır karalamak istiyordum ama bir türlü fırsatım olmuyordu. Son günlerde çok duygusalım, kimsenin dokunmasına gerek olmadan ağlayabiliyorum. Bu aralar oğluma nasıl davranacağımı bilemiyorum dersem şaşırmazsın değil mi? Sorun ne diye soracak olursan söyleyeyim “Dayı Sendromu” Derler ya “Terzi kendi söküğünü dikemez” diye, ne kadar doğruymuş.
Geçen hafta dayısı bize geldi ve iki gün kaldı. Bizim için iki gününü ayırması bile bir mucize. Oğlum onun geleceğini duyduğu andan itibaren önce günleri, sonra saatleri, dakikaları saymaya başlamıştı.İş yerinden bir hafta izin alan dayısını da tek bekleyen biz değildik elbette. Başta nişanlısı olmak üzere, diğer kardeşlerimiz ve annem ve babam da bekliyordu. Her birimizin başka yerlere savrulduğu hayatta ancak bize iki gün görüşebilmek kısmet oldu.
Onun gelişiyle sanki evde güneş açtı. İnsan yılda sayılı günler görebildiği kardeşine nasıl doyasıya sarılmaz, nasıl öpmez? Oğlum ve kardeşi sevinç çığlıkları içinde karşıladılar onu. Dayısı gelmişti. Arkadaşı, canı, ciğeri…
İki gün anasınıfına gitmedi oğlum. Okulu, arkadaşlarını, bizi unuttu desem yeri var. Dayısıyla sohbet etti, gezdi, abdest aldı, camiye gitti. Dayısı ona biri kımızı biri mavi iki havalı oyuncak araba aldı. Muhabbetleri hem güzel hem komikti;
“Dayıcığım şimdi sen gene at ol. Biz üstüne binelim.”
“Atçılık mı oynayalım yoksa su aygırıcılık mı?”
“Atçılık.”
“Oğlum yormayın dayınızı, çok yorulmuş bakın!”
Dayısının üzerinden indiklerinde güreşe, güreşten yorulduklarında sohbete, sohbetten bıktıklarında yeniden oyuna başlıyorlardı ki ayrılık vakti gelip çattı. Bunu Kayrahan’a söyleyebilmek ne kadar zordu tahmin edebiliyor musun?
Kayrahan, genelde bir yerini çarptığında ya da istediğini yapmasına izin verilmediğine ağlayan bir çocuk ama dayısının gideceğini öğrenince gözlerinden yaşlar aktı. Onun duygusallığına şahit olmak da zormuş. O ağladıkça ben de dayanamadım. Beecher “Anne kalbi, çocuğun okuludur,” demiş ya; acaba duygusallığı bana mı çekti? O zaman yandığımızın resmidir.
Dayısını otobüse bindirirken -son gelişinde- yaptığı aklıma geldi. Dayısının gideceğini öğrendiğinde bir poşete bir kıyafet, bir oyuncak koymuş ve onunla gitmek için hazırlık yapmıştı. Bunu gördüğümde çok yıkılmıştım. Beş yaşındaki çocuğun bunu akıl edebilmesi bir yana bizi bırakıp gideceğini düşünüp günlerce üzülmüştüm. Biz onu yeterince sevmiyor muyduk yoksa gösteremiyor muyduk? Biz nerede hata yapıyoruz diye günlerce düşündüm.
Daha eve dönerken soruları başladı;
“Dayım neden hep bizimle kalmıyor anne?”
“Çünkü çalışması gerekiyor. İşyeri İstanbul'da ve buraya çok uzak. Her gün gidip gelemez.”
“Neden çalışması gerekiyor?”
“Yakında evlenecek ve evlenmesi için para kazanması lazım.”
“Keşke herkesin bir sandık altını olsaydı anne, kimse çalışmazdı.”
Onu güldürmek için kolundaki kıyafetini hızla sıyırıp Temel Reisin Safinaz’ı öptüğü gibi öpüyorum ama hiçbir işe yaramıyor.
“Anne, dayım beş ay sonra yine geleceğim dedi, beş ay olmasına kaç gün kaldı?”
“Yüz elli gün.”
“Yüz elli kere yatıp kalkacağız dayım gelecek değil mi?”
“Evet!”
Onunla konuşurken hayallerine hayran kalıyor, döktüğü gözyaşlarına da eşlik ediyordum. Ben de kardeşime doymamış biriydim sonuçta. Evde sürekli ağlamaya “Dayımı özledim” demeye başladığında ise dayısı yola çıkalı çok kısa bir zaman olmuştu. Yarın unutur diye düşünsem de, esprilerle konuyu değiştirsem de bir türlü olmuyordu. Uzun zamandır istediği ama herhangi bir gelişimine destek olmayacağını bildiğim o pahalı oyuncağı bile almamız hiçbir işe yaramadı. Bir saat oynayıp bir köşeye atıverdi. İki lafının biri Dayısıydı.
“Anne, dayımın aldığı bu arabaları kaldırır mısın?”
“Neden? Oynamayacak mısın?”
“Hayır, bunları görünce dayımı hatırlıyorum.”
Başlıyor gözlerinden dökmeye. Ben espri yapıyorum aklım sıra ama gülümsemiyor;
“Bunun kaldırılacak bir hali kalmamış, bak kapısı çizilmiş.”
Başka odaya gidip bir köşeye oturuyor. Unutturmak en az iki saat…
Ardı arkası kesilmeyen istekleri başlıyor yine;
“Anne dayımla çektiğin fotoğrafları siler misin? Gördükçe dayanamıyorum.”
“Silmeyelim, arada bakarsın, ne güzel işte…”
“Hayır sil…” Yine başa dönüyoruz.
Dayısıyla konuşmak istiyor, arıyoruz. Telefonda konuşurken düğümleniyor, yutkunuyor. “Çok özledim seni dayı” dedikten sonra sesi kesiliyor. Konuşamıyor.
Canım arkadaşım, aslında dayısına özlemi, anneanneye, dedeye, teyzeye, kuzenlere, diğer dayılara olan özleminin belirtisi olabilir mi? Akrabadan bu kadar uzakta olmanın böyle büyük etkileri oluyor sanırım arkadaşım. Hiç birine doyamıyorsun. Yılın sayılı günleri anne babaya doymaya çalışmak kadar ağır bir yük sana anlatamam.
Bu mektubu yazarken ağlıyorum. Ben de onları öyle özledim ki. Keşke aynı şehirde olsaydım, keşke her istediğimde anneme babama sarılabilseydim… Bacımla bir acı kahve içip dertleşebilseydim. Kardeşlerimle doyasıya vakit geçirebilseydim. En önemlisi de çocuk akrabalarıyla sevgi seli içinde büyüyebilseydi.
Ne kadar çevren olursa olsun kendi kanından biri çocukları başka seviyor; içten, yapmacıksız…
Ah arkadaşım, durum böyle… Çok çaresiz kaldım. Bu aralar “İstanbul’a dayıma gidelim” demeye başladı. Gitme ihtimalimiz de imkânımız da yok. O ağladıkça ben perişan oluyorum ve düşünüyorum; annem beş çocuğundan ayrı olmaya nasıl dayanıyor? Nasıl bir sabır vermiş Allah?
Bu arada oğlum iş konusunda kararını da verdi. Büyüyünce dayısı gibi doktor olacakmış. İnşallah...
Canım arkadaşım, şimdilik bu kadar… Hayatımdaki diğer şeyler aynı olduğu için bahsetmeye gerek duymadım. En kısa zamanda senin de mektubunu bekliyorum. Bana bu konuda ne yapmam gerektiğini de yazarsan sevinirim.
Görüşmek üzere, Allah’a emanet ol.
Sevgilerimle…