Dârul-Harp-Dârul-İslam[1]
İslam, din olması hasebiyle, beşerî sistemlerden farklı olarak çok hukukluluğu esas alır. Bir başka deyişle kişinin hukuk karşısındaki durumu Müslüman olup olmamasına göre farklılaşır. Sözgelimi İslam’ın ‘muamelât’a ilişkin bir müessesesi olan zekât sadece Müslüman olanlardan alınır. Ya da haraç cizye mükellefi olabilmenin şartı da İslam hukukunun cari olduğu bir devlet sisteminde ‘gayri müslim’ olmayı gerektirir. Pek ilkel (!) gözüken bu uygulamanın 1982’den beri konsey şeklinde, çeyrek yüzyılı aşkındır da mahkeme olarak İngiltere’de resmi ve hukuki karşılığı[2] olduğunu biliyor muydunuz... Paralel bir düzenleme Yahudiler için de vardır.
İslam’daki bu farklılık sadece kendi hâkimiyet alanında değil, hâkim olmadığı alanlar için de söz konusudur. Nitekim söz gelimi faizin İslam toplumundaki uygulaması ile İslam toplumu dışındaki uygulaması farklı olabilmektedir. İşte tam da burada başlıktaki iki kavram gündeme gelmektedir; Dârul-Harp, Dârul-İslam...
Eğer kavramlar; ilişkili müesseseler, hakkındaki rivayetler, tarihsel arka plan, ilim ehlinin görüşü, günün koşulları... özetle ‘usûl’ bakımından irdelenmezse verilecek cevap da fevkalade kestirmedir: Kimi yapılarda olduğu gibi kolaylıkla dârul-harp der ve faiz dahil bütün kötülükleri nezdinizde meşrulaştırır ya da bir o kadar kolaylıkla İslam adına kıtır kıtır insan kesersiniz (DAEŞ). ‘Makasıd’ ya da ‘maslahat’ı duymamıştır bile...
Usul olmadan ‘vusul’ işte böyle bir garabet... Amiyane tabirle oturduğun yerden ‘ahkâm’ kesmek... Zira hüküm çıkarmak, hele ki faiz gibi Allah ve Rasulüne savaş anlamına gelen bir işlemi, üstelik ümmetin (maslahat bu işte; ümmetin genel yararı) değil kendi çıkarına olacak şekilde yorumlamak ya da İslam’ın ‘makasıd-ı şeria’da saydığı beş ana gayeden birisi olan ‘can güvenliğinin’ ayak takımı bile denilemeyeceklerce en gaddar haliyle insanlığın önüne konulması böyle bir şey... Oysa hüküm vermek ciddi bir iş... Bir metedoloji sorunu... Zira ‘muhkem’i var ‘müteşabih’i var... ‘Zahir’i var ‘batın’ı var... ‘Sebeb-i nüzul’ü var ‘sebeb-i vürud’u var... ‘İctihad’ var ‘tecdid’ var... ‘İlim’ var, ‘irfan’ var, ‘hikmet, ‘ledün’ ilmi, ‘keşf’ ilmi var... Kısaca konu bugünkü deyimle ‘interdisipliner...’ Ya bir kurul verir kararı ya da ‘kurul’ gibi donanımlı, yani müctehid düzeyinde ilim, irfan, hikmet ve vizyon-misyon sahibi olmalısınız. Neyse...
Peki o zaman her iki kavramı günümüzde nasıl anlamalı ve nasıl değerlendirmeliyiz. İslami devlet anlayışında darül-islam ve darül-harp diye iki bölge, müslüman, zımmi[3] ve harbi[4] diye üç sınıf insan vardır. Hukukun uygulanması da bu anlamda kişisel ve bölgesel farklılıklar içerir. Çok hukukluluk olarak da isimlendirilen bu durum faizin de içerisinde yer aldığı kimi konularda farklı davranmayı gerektirir. Bir başka deyişle darül-harp ya da darül-küfür durumu faizin de içerisinde olduğu birtakım konularda farklı uygulamalara izin verir.
“Dârü’l-harp” terkibi her ne kadar ilk bakışta “kendisiyle dârül-islâm arasında savaş halinin mevcut olduğu ülke” mânâsını ifade ediyorsa da İslâm hukuku kaynaklarında “dârül-islâm dışındaki ülkeler” anlamında kullanılmıştır. Darül-harpte hükümlerin değişmesi mümkün olmakla birlikte; önce bu kavramların açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Zira halkı müslüman olmayan devletlerle de sürekli bir savaş hali yoktur.
Çeşitli sınırlamalar olsa da dârül-harp bir coğrafya parçası ya da demografi olmaktan ziyade hukuk sistemi ile ilgili bir durum... Devletin siyasî, iktisadî, idarî ve hukukî düzeninin İslâm esaslarına dayandığı, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin İslâmî otoritenin elinde bulunduğu ülkelere dârülislâm, bu yetkilerin müslüman otoritenin elinde bulunmadığı ülkelere de dârül-harp adı verilmiştir. Darul-harpten kastedilenin, Allahu’a’lem, fiili savaş değil, potansiyel savaştır. Nitekim Allah Rasulü de Yahudilerle ve müşriklerle ‘savaşsız’ bir dönem öngörmüş ve buna da uymuştur. Karşı tarafın uymamış olması da söz konusu ‘potansiyel’ ile ilgilidir.
Geçmişte halkı müslüman olan devletlerin hukuk sistemleri de İslam hukukuna dayanırdı. Uygulamada sorun olsa da aksi söz konusu olmamıştır. Ancak günümüzde sosyoloji ile hukuk sistemi birbirinden ayrılmıştır. Bunun nedeni laiklik ilkesinin yaygınlık kazanmasıdır. Zira laiklik dinin topluma dokunan yanı olan ‘muamelat’ kısmını kabul etmez. Bir savaş hali de olmadığından bu uygulama ‘yeni bir durumu’ temsil eder.
Bugün Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu adına sosyolojik olarak ‘İslam ülkesi’ denilen devletlerin hiçbirisinde gerçekte İslam hukuku uygulanmaz. Dolayısıyla tarihtekilerden farklı olarak, halkının büyük çoğunluğu Müslüman ama, yönetiminin seküler olduğu; ilginç, tarihte örneği olmayan ve nasıl davranılması gerektiğine dair yeni bir içtihadı gerektiren fiili bir durum vardır. Bu konuda görüş bildirebilecek herhangi resmi bir kurum da yoktur. Bu durumda ‘kanaat önderlerinin’ görüşü öne çıkmaktadır ki, buradaki farklı yaklaşımlar konu ile ilgili de farklı sonuçları beraberinde getirmektedir. Faiz bakımından (ve aslında diğer hususlar bakımından da) günümüzde cevap bulması gereken en önemli konulardan birisidir bu…
Özetle; durum ‘ictihad’ı gerektirmekte olup, adında, anayasasında geçse bile nüfusunun büyük bir çoğunluğunun kendisini ‘müslüman’ olarak tanımladığı ‘ülkeler’ darul-islam’ olmadığı gibi, bu coğrafya dışındaki bütün devletler de ‘dârul-harp’ değildir kanaatimce... Özetin özeti ise; “bir müslümana en büyük zillet, kafirlerin sistemiyle yönetilmektir (İmam-ı Rabbani)” (alıntı; Zekeriya Pehlivan)
[1] Geniş bilgi için; Dr. Muhammed ÇUÇAK, İslam Hukuk Literatüründe Dârulislâm ve Dârulharbın Sınırları, İslam Ansiklopedisi, darul-islam, darul-harp, faiz maddeleri.
[2] İngiltere’de İslâmî Yargı Kurumlarının Sınırları/Fonksiyonları (Şeriat Konseyleri ve İslam Tahkim Mahkemeleri Özelinde Karşılaştırmalı Bir Analiz)
[3] “Kendisine güvence verilen, koruma altına alınan kişi” demektir. İslâm ülkesinde (dârülislâm) vatandaş olarak müslümanlarla beraber yaşayan başka din mensupları” (İslam Ansiklopedisi)
[4] İslâm devletinin hâkimiyeti dışında kalan ülkelere de “dârülharp,” dârülharp adı verilen yabancı ülkelerin tebaasına da “muharip” ve “düşman” anlamında harbî veya ehl-i harp denilmiştir. (İslam Ansiklopedisi)