2011 YAŞ toplantısına sayılı günler kaldı. Yaklaşık 45 paşa tutuklu. Zaafiyet oluştu, oluşuyor baskısı yapılıyor. Silvan’da şehit olan 13 Mehmetçik zaafiyetten sebep gösteriliyor. 30 yıla yakın bir süredir işgal ettiğiniz o makamlar ne zamandan beri zaaf içinde farkındamısınız.
Söyleyeyim, işi gücü bırakıp darbe planları ile yatıp kalktığınızdan beri. O ne gayret öyle biri bitmeden diğer plan devreye sokulmuş. Başörtülü kızların başörtüsüne bakmaktan teröristlerin dalgalandırdığı bayraklaları görememişsiniz.
Asıl zaafiyet bu değilmi. Bunca yıldır hangi paşa askere kumanda edip terror bölgesinde sıcak çatışmaya girdi. Yoksa işi ast rütbelilere mi ihale ettininz. Sahi sıcak çatışma bölgelerinin paşaları neredeydi.
Bir ara Hepar Genel başkanı Osman Pamukoğlu’da aynı şeyi söylemişti. 20.000 adam verin terörü bitireyim. Görev yaptığın dönemlerde seni kim tutu açıkla diye sormuştum, lakim bu sorumu duyan olmadı, duymuş olsa da cevap veremedi.
Tutuklu paşaları bu güne kadar kim engelledi de terörö bitirilemedi.
Bu sıkıntılar bu günlük değil. Tarihten gelen darbe zihniyetinin sonuçlarıdır. Geçen yazımdaki konuya devam edeceğimi bildirmiştim.
Habbeleri kubbe yapacağız
Bütün bunlar senin dünyandan çağımıza damlayan habbeler. Habbeleri kubbe yapmak mı düşüyor yoksa bize? Kubbesi habbe olmuş bir millet, habbeyi kubbe yapmayı da günün birinde öğrenmek zorunda değil midir? Gökkubbesi üzerinden çalınmış bir milletin, habbelerden kubbe yapmak zamanıdır şimdi. Disiplininle, iş ahlakınla, ciddiyetinle G. Scott Fitzgerald'rn[1] The Great Gatsby'deki harika tespitinin en bariz numunesi değil misin? Yani madalyonun her iki yüzünü birden görebilme,artı ve eksi kutupları aynı anda zihninde tutabilme kabiliyetin, bugün 88 yıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar yüksekte duruyor, ama aynı zamanda bir çıta gibi üzerinden atlamaya da davet ediyor bizleri.
Bu kadarını sen de istemezdin elbette ama arkanda açılan boşluk o kadar derin oldu ki Sultanım, bugün senin direniş ruhuna, vizyonuna, felsefene, Hz. Peygamber'e (sav) duyduğun sevgiye, vatanseverliğine yeniden sarılmak ihtiyacını hissediyor insanlar. Arkandan gelenler bir boşluğa düştüler, daha doğrusu, düşürüldüler.
Zaten sen de onlara hiç hain demedin ki. Sadece gafildi onlar senin gözünde. Küresel bir paylaşım oyununun Türkiye bahçesindeki operatörleriydiler. Asıl büyük suflörü, çok sonraları, 1919 gibi çatırtılar yükselen bir tarihte fark ettikleri görüyoruz ama artık çok geçtir. 9 yıl sonunda ülkenin yüzölçümü milyon kilometrekarelerden birkaç yüz bin kilometrekareye büzülüvermişti acemi ellerinde. Senin bütün kuvvetinle oyalamaya çalıştığın büyük aktörler, Ankara-Sakarya-Konya üçgenine sıkışıp kalmış bir toprağı layık görmüşlerdi bu millete.
Son bir hamleyle şahlanıp ona da sahip çıkmasaydık, bağımsız bir vatanımız ve bayrağımız dahi olmayabilirdi bugün.
"Satmam!" dediğin vatan parçaları Sultanım, İngiliz-Fransız-İtalyan, hatta Yunan işgaline uğradı. Emperyalizmin çizmeleri çiğnedi topraklarımızı. Sen, tam bu kâbus dolu günlerin eşiğinde, Mondros Mütarekesi'nden hemen önce, işgal İstanbul'unu, Boğaz'da İngiliz gemilerinin içimizi yakıp kavuran gövde gösterilerine tanık olmadan önce terk ettin. Terk ettin ama asla diğerleri gibi değil.[2]
Onlar kaçtılar dışarıya, sen yer altına çekildin. Beş vakit önünde eğildiğin yaratıcı kudret, seni ateş dalgalarının selinden korudu, kendi yanma aldı.
"Göklerin çektiği kartal." Sezai Karakoç, Necip Fazıl'm vefatının ertesi günü yazısının başlığına bu taç deyimi kondurmuştu. Fakat asıl "Göklerin çektiği kartal", bizzat Necip Fazıl'ın da bağlandığı geleneksel köklerden olan sana en az onunki kadar yakışıyor.
Yanlış anlaşılmasın: Sultan Abdülhamid'in şahsı değil bugün önemli olan. Önemli olan biyolojik varoluş değil. Eti, kanı, tırnağı, gözü, kulağı değil... Asıl önemlisi, onun bu toplum için, bu millet için, bu ümmet için ifade ettiği manadır. Emperyalizme karşı soylu bir direnişin sembolüdür o.
'Son kale'nin, 'insanlığın son adası'nın son cesur neferlerinden birisidir...
Üstelik de onun zamanında kalenin surları delik deşik olmuştur. Sürekli olarak gedikleri yamamak gerekmektedir. Ancak bir gediği sıvarken, bir başka noktada yeni bir gedik açıldığına şahit olunmakta ve bu defa da bütün gücüyle oraya koşturması icap etmektedir. Yangınlar büyümüş, devletin çatısını dahi alev alev sarmıştır. İçerideki müdafiler sağlam dursalar, direnmeye niyetli olsalar gam değil! Oysa onun gözü arkada kalacak hep. Huruç harekâtı mümkün görünmedi bu yüzden ona.
İşte o zaman yapılması gereken bir tek şey vardı. Tarihte büyük savunmaları yapanlardan ders alınması gerekirdi. Düşmanın surlarda gedik açması önüne geçilemez hale gelince, önlemlerden birisi, surun içine bu defa içeriden bir duvar daha örmektir. Böylece düşman sevinç ve hevesle yıkılan surlardan içeriye girdiğini zannederken, karşısında yeni bir sur görecek ve bu iki kale duvarı arasında en çetin ve kanlı mücadeleler cereyan edecektir.
Ben bunu biraz Sultan Abdülhamid'in sıkı idaresine, Garplıların deyişiyle Hamidian Regime'e benzetiyorum. Dış hudutlardan geçmelerine mani olamadığı bir kuşatmaya, bir iç sur dikerek cevap verme rejimidir Sultan Abdülhamid'inki.
İç sur, mesela sansür şeklinde karşımıza çıkabilir, mesela istibdâd şeklinde arz-I endam edebilir, mesela hafiye teşkilatının kuş uçurmayan sıkı düzeni de vardır bu rejimin içinde. Ama... Aması çok mühim...
Devam edecek…..
Ahmet TÜRKAN - Habername
[1]Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, Çeviren: Yasemin Saner Gönen, 11. baskı, İstanbul 2001, İletişim Yayınları, s. 122. Ayrıca bkz. Orhan Koloğlu, Avrupa'nın Kıskacında Abdülhamit, 2. baskı, İstanbul 2005, İletişim Yayınları, s. 11 vd.
[2]Çocuklarına Türkiye’yi terk edin diye tavsiye eden Amiral’in kulakları çınlasın