Çünkü oralar babadan miras!

xxx65
Herhalde bizim mesleğin icrasındaki bin bir sorun ve leke üstüne çok şey demişliğim var.
O yüzden, bu diyeceklerim körü körüne "gazetecilik" savunması değil; "çok temel bir ilke"ye dair.
O "ilke" de şu:
Kamu alanları esasta kamuya aittir.
Gazetecilik de, "kamusal denetim, gözetim, haber alma, haber verme, kamusal eleştiri" işleviyle "kamu alanları"na girip çıkar.
Başbakanlıkta yahut Genelkurmay'da, "kamu"nun her bir ferdi girip bilgi, haber, açıklama kovalayamayacağı için, en azından kendileri kapıları açtığında, iş takipçileri ve katipler dışında, gazeteci "kamu adına" da orada bulunur.
İşini iyi yapıp yapmaması, hakkaniyetli ve doğru olup olmaması; kamu, işyeri, meslek örgütü ve gerektiğinde yargı tarafından değerlendirilir.
Tabii ki, Başbakanlık da, Genelkurmay da şikayetçi olabilir; haksızlığa, yalana açıklamayla yahut yargı yoluyla tavır alabilir.

Kara liste
Ne başbakanlara (ve kurmaylarına) ne Genelkurmay başkanlarına (ve kurmaylarına) bu görevler, sorumluluklar, statüler, binalar, mekanlar, salonlar, odalar, kapılar babadan miras.
O kurumların seçilmiş veya atanmış, belli bir süre içinde kıdem almış, belli bir süre için "vazife" üstlenmiş görevlileri.
Oysa, kendilerine göre ayrım yapıyor, yasak koyuyor, basın özgürlüğünü engelliyor, gazeteciler arasında ayırma ve kayırma listeleri hazırlıyor, andıç düzüyor, "akreditasyon" imal ediyorlar.
"Sevdikleri ve sevmedikleri" ni kabul veya reddettikleri yerler sanki kendi özel haneleri.
Mesele, istediğine demeç verip vermemek değil; "basın toplantıları" na dahi kimin gelemeyeceğine dair "kara liste" hazırlamaları.

Çifte ölçü
Baykal, Başbakanlık'ın bazı gazetecileri "lanetli" ilan etmesini, "Onları işten attırmak gibi bir şey" diyerek doğru yorumladı; "Demokrasiyle, insan haklarıyla ilgisi yok. Diktatörlüktür, faşist anlayıştır" diye çok sert niteledi.
Bazı nitelemeler abartılı olsa da, bu "haklı" eleştiriyi bütün pistlerde görmek isteriz.
Başta andıçlar, Genelkurmay yasakları, akreditasyonları, "doğru yerde durun" uyarıları için Baykal'dan yine aynı tepki gelebilseydi, "diktatörlük, faşist anlayış" dedi ya, KDV'sini diyebilseydi...
Bu ülkede umut daha fazla olurdu zaten.
Kendisi de "sosyal" ve "demokrat" olabilirdi.
Aynı şekilde, istisnalar dışında, Genelkurmay'da "akreditasyon" ayrımcılığına maruz kalanlar, şimdi Başbakanlık yeltendiğinde de tavır alabilseydi, umut çoğalırdı.

Enkazdan nağme
Hepsine ayrımsız toplu tavır alabilecek gazeteciler çok olsaydı da, umut ciddi olurdu.
Oysa, memlekette her devir; iktidar, başbakanlar yahut Genelkurmay başkanlarına "kayıtsız şartsız yanaşma" gazeteci figürleriyle ve gazetecilik etkisi kullanan başka iş güç sahipleriyle dolu.
İltifat edilsin, itibar gösterilsin, bir özel haber, demeç verilsin, bir şaka yapılsın kendilerine, bir telefon açılsın, bir davet gelsin, patron onların bu sıkı fıkı ilişkisini takdir etsin, eleştiri değil avukatlık yapsınlar, yazı değil methiye düzsünler, haber değil propaganda çaksınlar; gazeteci değil katip olsunlar, sansüre ne hacet otosansüre batsınlar, güce tapıp kendilerini güçlü, etkili kılsınlar; bayılıyorlar.
Meslektaşları itilip kakılırken, ayrımcılığa, aşağılamaya ve tehditlere maruz kalırken, "büyük bir şahsiyet" onları sofraya buyur etsin, göz kırpsın, el sıksın, uçağına alsın, tebrik etsin... yıkılıyorlar.
Yıkıldıkları yerde gazeteciliğin enkazı büyüyor. Enkazın inleyen kalbi "Basın özgürlüğü" diye sayıklıyor.
"Kamu unvanı ve binasını" babadan miras sayanlar da, enkaza basa basa gazeteci ayıklıyor.
Gazeteciyle ilişkilerini de, sivil veya asker, "ast üst ilişkisi" görüyorlar; çünkü çok gazeteci (ve patron) bu işi öyle bir çamura batırmış.
"Üst" hep "üstte ve üstün"; "ast" ise ebediyen "altta ve aşağıda" zaten.