Bir hikaye molası verelim dedim, ne dersiniz?
***
“Çok güzel!” diyerek gülümsedi Reyyan. Gözlerindeki sevinç, yan masalarda oturanlar tarafından da anlaşılıyordu. Kafe çok kalabalık olmadığından dolayı bahçedeki masalarda oturanlar uzun süredir birbirine bakmaktan tanıdık imajı vermeye başlamıştı. Reyyan, elindeki kutudaki yüzüğe uzun uzun baktı, sonra başını kaldırıp evleneceği adama göz kırptı. Nihayet bir yıldır beklediği teklifi almıştı, daha ne istesindi. Evet, yüzük hayal ettiği gibi gösterişli ve muhtemelen pahalı değildi hatta en ucuz yüzüklerden olduğunu belli ediyordu ama Reyyan seviyordu Cafer’i. İlerde daha iyisini alırdı elbet.
“Çok güzel!” diye aşağılayıcı bir ses tonuyla bağırdı annesi. Salata yapıyordu ve sinirinden yanına yaklaşılmayacağı belliydi. “Ne demek bu yaz evleneceğiz, annene babana sormadan, kendi başına yüzük takmalar, gezmeler, konuşmalar! Sen beni öldürecek misin kızım! Çok güzel, çok güzel yetişirmişiz seni! İşi yok diyorsun! Senin tezgâhtarlık maaşınla mı geçineceksiniz? Elinden telefon düşmediğinden belliydi!” diye bağırırken marulları öylesine kesiyordu ki kızı korkudan sesini çıkaramadı. Zamanla kabul ettirirdi elbette. Hele ağabeyi duysa kırardı bacaklarını. Şimdilik annesinin üstüne gitmemek faydalıydı.
“Çok güzel…” dedi komşu Hilal Hanım, “Tadı mükemmel… Nasıl da kabarmış sünger gibi. Ben süt ile yapmıyordum keki ama inanın tadı harika olmuş. Tarifini almalıyım,” diyerek çayından bir yudum aldı. Ardından da kaşını gözünü oynatıp Reyyan’ı akşam apartman önüne kadar getiren o hafif toplu, spor giyimli genci sordu. Baştan ayağa süzmüş olmalıydı. Al işte diye geçirdi Münevver aklından, konu komşu sormaya başlamıştı, laf edeceklerdi. Kızın durduk yere kısmeti de kapanacaktı. Ne diyecekti şimdi? Benim kız bizden habersiz gezmiş, tozmuş evlenmeye karar vermiş mi diyecekti? Sustu. Yalan da söyleyemezdi. Evdeki kanepeleri, halıyı, duvarları inceledi göz ucuyla. İçinden sabır çekti. Uzun bir sessizlikten sonra derin bir iç çekerek “Gençlerin işine akıl sır ermiyor komşu, laf anlatamıyorum, başa çıkamıyorum!” dedi. Arkası geldi konuşmaların, Münevver’in de bildiği pek bir şey yoktu. Komşu daha iyi gözlemlemişti sanki.
“Çok güzel!” dedi mağaza sahibi. “İyi bir seçim yaptınız hanımefendi, isterseniz bunun mavi renkli olanı da var, çiçek desenli.” Manifaturacının gözleri parlamıştı. Epeydir böylesine yüklü bir alışveriş yapan olmamıştı. Reyyan anne babasına arada konuyu açsa da hiç yumuşatamamış, henüz işi olmayan bir adamla evlenmesine ikna edememişti. Üstelik son haftalarda maaşından gizli gizli ev ihtiyaçlarını almaya başlamıştı. Cafer bu alışverişlerde onu hiç yalnız bırakmıyor, ne alacağına karışmıyor, sadece paketleri taşımakla yetiniyordu. Nasıl olsa parayı ödeyen de oydu. Reyyan’ın “İş bulabildin mi hayatım?” sorularına hep aynı cevabı veriyordu. “Arıyorum bir tanem, merak etme sen.” Oysa Reyyan bir çaba göremiyordu. Bir yıldır hiçbir gelişme yoktu. İş beğenmiyordu.
“Çok güzel,” dedi Cafer’in anası. “Güzel seçmişsiniz nevresimleri, havluları…” diyerek mutfakta gelin adayının sırtını sıvazladı. Bir nikâhla gelin gelecekti bu eve. Reyyan’ın, anne ve babası şimdilik bilmeyecekti durumu. O yüzden aldıklarını bu eve getiriyorlar, kendilerine ayrılmış odaya yerleştiriyorlardı. Cafer’in anası da son iki aydır işin ciddiyetini anlamıştı. Güzeldi Reyyan, becerikliydi. Zaten sorumsuz oğluna bundan iyisini bulamazdı ya. Hem Reyyan, her uğradığında hemen evin kızı olabiliyordu. Kayınvalide onlara ayırdığı odaya bir yatak odası takımı alacağına söz vermişti. Ortak yaşayacakları için başka ihtiyaçları söz konusu olamazdı. Reyyan, nikâhta gelinlik giymek istediğini söylediğinde “kiralarız yavrum” demişti kadın. Sonuçta askerliğini yapmış gelmiş, lise mezunu ama işsiz bir genç idi damat adayı. Üstelik rahmetli babasından kalan emekli maaşıyla geçiniyorlardı. Anası “Evladım, adam gibi bir iş bul artık,” diyerek yeniden sıkıştırdı oğlunu. Cafer, her gün duyduğu bu cümleyi kulak arkası edip tezgâhın üzerindeki bisküviden attı ağzına. Reyyan’ın doldurduğu çayları salona taşıması için oğluna işmar etti. Fakat tepsiyi Reyyan aldığı gibi “Bir bardak içip hemen çıkmayalım,” dedi.
“Çok güzel,” dedi Cafer. “Çok güzel bir haber bu!” dedi. İşin ciddiyetini anlayamıyor gibiydi. Bir bebekleri olacaktı. Henüz nikâhları kıyılalı dört ay olmuştu ve Reyyan hamileydi. Anne ve babasını aramış, nikâhına davet etmişti ama ne yazık ki ailesi kızlarına tepki koymuş, gitmedikleri gibi ona tamamen küsmüşlerdi. Böyle olmamalıydı. Ağabeyi de artık o eve adım atamayacağını, karşısına çıkarsa onu öldüreceğini söyleyerek noktayı koymuştu. Reyyan, kendini iki aydır mutsuz, kimsesiz, çaresiz hissediyordu. İşe gitmiyor olsa bu evde iyice bunalırdı. Hayal kırıklığına uğramıştı. Cafer öğleye doğru uyanıyor, anasıyla kahvaltı yapıp kahveye takılıyordu. İş aradığı falan da yoktu. Gamsızdı. Sadece lafta kalmıştı bazı şeyler. Aldıkları yatak odası takımından başka gönlünü alan hiç bir durum olmamıştı. Kayın valide Reyyan’a eve para getiren, ev işlerine yardım eden biri gözüyle bakmaktan ileri gidememişti. Şimdi bu çocuğa nasıl bakacaklardı? Bir sürü ihtiyacı olacaktı. Nasıl büyüteceklerdi? Cafer’in umurunda değildi, annesi de “Allah, kısmetini verir zahir,” deyip geçiştiriyordu. Reyyan işten gelir gelmez mutfağa giriyor, sofrayı kuruyor, kayınvalidenin pişirdiği yemeği servis ediyordu. Bulaşıkları yıkarken Cafer sadece yanağına öpücük kondurmaya uğruyordu. Üstelik onunla eskisi gibi konuşacak konu da bulamıyordu. Cafer gözünden düşmüştü. Reyyan bu döngüden sıkılmış, geleceğe dair endişeleri artmaya başlamıştı.
“Çok güzel,” dedi hemşire. “Nur topu gibi bir kızınız oldu,” diyerek Reyyan’a baktı. Gözlerinde ışık vardı ama hiç dermanı yoktu. Bebeği olduğuna sevinmiş gibi görünmüyordu. Endişeli bakışlarla uzattı kollarını. Pamukla silinmiş, sarmalanmış bebeği kucağına aldı. Hemşire, sık sık emzirmesini, dikkat edeceği noktaları söyledi. Kayınvalide ve Cafer kapıdaydı, bir süre konuştuktan sonra ikisinin de yüzü düşmüş bir halde içeri girdiler. Reyyan’ın başına bağladığı kırmızı kurdele olmasa sarılık geçirdiği sanılabilirdi. Doktor da demişti. İyi beslenememişti hamileyken. Kendine bundan sonra daha iyi bakmalıydı. Üç kilo doğmuştu çocuk, minicikti elleri, ayakları, gözleri cin gibi bakıyordu. Kayınvalide gelinine elleri titreyerek bir büyük altın taktı. Bir an evvel eve gelmeleri için sabırsızlanıyordu çünkü ev işlerinden şikâyetçiydi. Gelini hafta sonu dip köşe temizlik yapıyordu sonuçta. İyileşince de yeniden işe başlaması taraftarıydı. “Çocuğa ben bakarım,” diyordu. Zaten oğlan iş bulamamıştı. Yoksa nasıl geçineceklerdi? Yarın öğle ziyaretine Cafer gelecekti sadece. Odadan çıkarken anasının gözüne bakıyordu Cafer. Kapının önünde oğluna verdiği nasihatten birkaç cümleyi duydu Reyyan. “Anasıgille barışmazsa biz bu masrafın altından kalkamayız, tek benim torunum değil ya… Ne yap et, barıştır şunları. Olmazsa eve gelmeden önce onlara gitsin el öpmeye…” Reyyan’ın gözlerinden dökülen yaş bebeğin yanaklarına düştü.
“Çok güzel!” dedi annesi. “Bir de çocuk mu yapıp geldin kapımıza! Çok güzel! Aferin sana. Telli duvaklı gitmiş gibi ne cesaret geliyorsun sen bu kapıya!” diye bağırdı. İçeri almamak için kapının önüne dikilmişti. Reyyan, çok zayıflamış, gözlerinin altı çökmüş, mor halkalar oluşmuştu. Henüz yirmi ikisindeydi oysa. Uzun saçları kesilmiş, canlılığını da yitirmişti ruhu gibi. Reyyan, sırtındaki ağır çanta, kucağındaki bebek ile yalvarır gözlerle bakıyordu. Annesi bu farklılıklara hiç değinmedi; elbette biliyordu gittiğinden beri yokluk içinde yaşadığını. Evdeki rahatlıktan bir “Seni seviyorum” lafına kapılıp cahillik ettiğini. “Şimdi baban, abin gelir, git buradan, yeminliyim seni eve alamam! Bize mi sordun bunları yaparken? Başımızı öne eğerken! O serseri kocan baksın sana!” dedi annesi. Reyyan’ın gözlerinden yaşlar akıyordu. “Affet anne, siz olmadan olmuyor, artık o eve gitmek istemiyorum,” diyordu. Dinlemedi kadın. Kapıyı çarptı. Kapının arka tarafında elleriyle ağzını kapatarak, sesini çıkarmadan hıçkırarak ağladı. İki aylık olmuştu torunu ama korkudan bakmamıştı bile bebeğin yüzüne. Affedemezdi. Oysa Reyyan, evden çıkarken bir süre annemlerde kalayım, hem barışırız hem siz de geceleri uyursunuz diyerek ayrılmıştı. Sırtındaki çantasında birkaç kıyafet, gizlice biriktirdiği paralar, takılan altın, kimliği ve günlüğü vardı Reyyan’ın.
“Çok güzel,” dedi Mahmut Efendi, “Bu deterjan öncekinden daha güzel kokuyor Reyyan Bacı,” diye ekledi. Sildiğinde basamakların mis gibi kokusunu seviyordu. “Şimdi de şu çöpleri atıver,” diyerek poşetleri gösterdi. Mahmut Bey, apartman yöneticisiydi. İki yıldır altı katlı bu binada kapıcılık yapıyordu Reyyan. Bu zaman zarfında kimseler bulamamıştı onu. Annesinin kapıyı kapatmasıyla karar vermiş, en yakın şehrin otobüsüne binip bilmediği bu şehre gelmişti. Gizlice biriktirdiği para, kayınvalidesinin taktığı altın ile birkaç hafta idare etmişti. Erkek kapıcı arayan bir apartmana kucağındaki yeni doğanıyla kabul ettirmişti kendisini. Eski kapıcıdan kalan birkaç parça ev eşyası vardı kalacağı yerde. Kira derdi de yoktu. Apartman sakinleri de halı, perde, tencere yardımı yapmıştı. Bir odalı dairesinde mutluydu. Anne babasının nefreti, ağabeyinin korkusu, Cafer’in umursamazlığı, kayınvalidenin “Kendi geldi katlanacak” sözleri yoktu bu dört duvar arasında. Mutluydu.
“Çok güzel,” dedi kızı. “Çok güzel saçları da var anne!” Teşekkür etti annesine, ne zamandır böyle bir bebek istiyordu, işte almıştı annesi. Saçlarını tarayacak, yedek elbiselerini giydirecek, evcilik oynayacaktı. Beş yaşına giriyordu artık. Zaman çabuk geçiyordu doğrusu. Bu süreçte Cafer’den de avukat aracılığıyla boşanmıştı. Hiç itiraz etmemişti Cafer de anası da. Kendi anne babasından da arkadaşı Selvi’den haber alıyordu. Annesi çok zayıflamıştı. Babasının da yüzü hiç gülmüyordu. Ağabeyi halen çok kızgındı. Zaten düşünmüyordu dönmeyi. Adını bile anmadıklarını söylemişti Selvi. Ansalar bile Selvi nerden bilecekti ki? Onlar iyi olsun yeter diyordu Reyyan. Kapı vuruldu. Nazlı koşarak açtı.
“Çok güzel!” dedi, Mahmut Bey, “Sen büyüdün de kapıyı mı açıyorsun artık. Aferin sana.” Ardından annesini çağırmasını istedi. Müsaitse kızını da alıp kendilerine çıkmasını istiyordu. Eşi Hatice Hanım, hayırlı bir iş için onunla konuşmak istiyordu. Anlaşılan, yine bir talibi vardı. “Olmaz Mahmut Abi,” dedi Reyyan. “Söylemiştim Hatice Hanım’a, evlenmek mi, bir daha asla!” dedi, başını öne eğdi. Onları kırmak istemiyordu ama bu kaçıncıydı. Evlenmeyi kesinlikle düşünmüyordu. Halinden memnundu, kızıyla kendine yetiyordu. Bir kız ailesini kaybettiğinde her şeyini kaybetmiş sayılırdı. Reyyan, kendine iki kişilik bir aile kurmuştu ve huzurdan başka isteği yoktu. Özür dileyerek kapıyı kapattı. “Çok güzel,” diye mırıldandı. “Hayat, huzur varken çok güzel…”