Devam…
ÇOCUK VE EĞİTİMİ (2)
Etkilenmek insanın tabiatında vardır. Öğrenme de zaten bu yolla olur. Yanlış kurulmuş bir sistem içinde, hasbelkader yaşamak durumunda olan insanlar, etrafında olan biten her şeyden etkileneceklerdir. Doğruların ne olduğu kitaplarda yazılı bulunsa da, sadece öğrenme yolu okuma değil ki, duyarak, dokunarak, görerek ve hissederek öğrendikleri mutlaka baskın çıkmaktadır. Yani çevre şartları, kanunlar, okullar, öğretmenler ve idareciler aile yapısını müthiş etkilemektedirler.
Şayet, sokaklar dekolte kıyafetlerle dolaşan aşüftelerle dolu ise, alt yapısı hiç olmayan (Kur’anî kaygı taşımayan) bir genç (erkek), böyle bir manzara karşısında ne yapar sorarım? İnsani vasıflarını zor muhafaza eder değil mi? Var olan meleki tarafını çalıştıran kaç kişi görürsünüz? Bunun yerine şeytani tarafını öne çıkarmaktır yapılan. Öyle birisinden, karşı cinse bir iyilik, bir hayır yapmasını beklemek, böyle bir eğitimde saflık olmaz mı? Bırakın sokaktaki rast gele vatandaşı, kapitalist sistemlerde bütün bürokratlar, her alış verişlerinde, yapacağı yanlışlığın fark edilmeyeceğini bilirlerse “işini bilen” sınıfına dahil olmayacaklar mıdır? Paranın geldiği yer hiç önemli değil, yeter ki birilerinin cebinden “benim cebime geçsin”, hesabını yapmayacak mıdır? Kim bu hesabı yapmaz? Neden yapmasın? Buna engel ne var ki? Ancak, Kur’anı Kerim’in ortaya koyduğu kaideler benimsenmiş ve ona tabî olunmuşsa… (“Kim zerre kadar bir hayır veya zerre kadar bir şer yapmışsa onu (ölümden sonra) görür. Zilzal 7-8)” Evet, “bu dünyada neler yapmışsanız hesabını verin bakalım” denildiğinde; (“eyvah eyvah! Bizi Kabrimizden kim kaldırdı? Bu Rahman’ın vaat ettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!” derler. Yasin:52) Fakat, geri dönüş mümkün mü?
Bir toplumun fertlerinin bir birlerinin hak ve hukuklarına riayet ederek ayakta kalabilmeleri, ortaya koyacağınız eğitime ve caydırıcı cezaya bağlıdır. Allahuteâlâ koyduğu kaidelerle öyle güzel eğitmekte ki, iyiliklerin karşılığı olan mükâfatı ve kötülüklerin karşılığı olan mücazâtı hem dünyada hem de ölümden sonra hep önümüze koymaktadır. Kimselerin göremeyeceği, fark edemeyeceği bir yerde yalnız bulunan bir Müslüman, önünde hazineler de bulunsa tenezzül edip, elini bile dokunduramayacağını bilir, bilmesi gerekir ki, “kişi için ancak kazandığı vardır.”
İnsan yetiştirmek bir sanattır. Kocaman, heyulâ gibi binalar dikmekle iş bitmiyor. İçerisine koyacağınız beyinler ve bu beyinlere istikamet veren ölçüler, kaideler, kurallar nelerdir acaba? Henüz öğretmenlik formasyonu alamamış, kafasında kavak yelleri esen, maaşından başka bir derdi olmayan kimselere böyle bir vazife verilmişse, gel de çık bu girdaptan.
Sabah, dersine 3 veya 5 dakika gecikmiş bir öğrenciyi, “sen nasıl geç gelirsin” diyerek, geç kalmasının sebeplerini bile sormadan, hem derse almayacak, hem de sille tokat ufacık yavruyu döveceksin. Böyle bir öğretmen, zannediyorum ciddi bir bunalım içerisindedir. Bu ve bunun gibi durumların bir izahını yapabilir misiniz? Ve ya böyle bir öğretmene canınız, ciğeriniz, yavrunuzu nasıl teslim edersiniz? Bilgisi kıt, sabırsız, tahammülsüz, görgüsüz ve de ahlaksız o kadar eğitimci var ki, öğretmen formasyonu verilmemiş deyişim onun içindir. Bu arada, onur ve haysiyeti ile vazifesini yapan kardeşlerimi de tebrik ederim. Kurulu sistemin, eğitime nasıl baktığının misallerini çoğaltmak mümkündür. Halbuki, karşınızdaki insan, insan yahu. Bazen bardakla, tabakla, bazen de kâğıtla, kartonla karıştırıyoruz bu emsâlsiz ve şerefli varlığı.
Elimde olmayan sebeplerle Türk olarak dünyaya gelmişsem, neden “varlığım Türk varlığına armağan olacak”mış? Neden anlamsız bir ırkçılık uğruna varlığımı ortaya koyacakmışım? İnsanlara mesuliyet yükleyen kaideler (Allah(cc.) tarafından konulmuş) ancak, insanın kendi iradesiyle seçip, yaptıklarıdır. Sonrasında da (Yevmi kıyamette) sadece onlardan hesap verecektir. Hepimiz Adem’in çocuklarıyız. Bir Türk’ün bir Yunanlıya, bir Fransız’a veya bir Çinli’ye katiyetle üstünlüğü olamaz. Kim ki Rabbiyle arası güzeldir, işte o kimse en güzel insandır.
Hâl bu ve bu ahvâl içerisinde ne yapabiliriz? Bu şartları bilmeden ve ortaya koymadan faydalı bir çalışma yapmak mümkün değil. Kendimi ve benim gibi düşünen insanları, Rasulullah (sav.)ın Taif’te çocuklara taşlatılmasına benzetiyorum. Sistem yüz yıldır taşlamakta. Size karşı şartlanmış ve daha baştan düşman ilân etmekte. N.F.Kısakürek rahmetlinin tabiriyle” öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya”.
İnsanı en iyi tanıyan gene onu yaratanıdır. Tanıyan Rabbimiz, insana karşı hep rahmetle ve şefkatle mühlet vermekte. Bizlerin, insanı (biri birimizi) iyi tanıyamadığımızın göstergesi şudur ki; hep biri birimize zûlmediyor, aşağılıyor, kınıyor ve hayat hakkını elinden almaya çalışıyoruz. Neden bu kadar âdi ve aşağılık durumlara düşüyoruz? Neden? Neden biraz daha geniş düşünemiyor, paylaşmayı, yardımlaşmayı ve de affetmeyi hiç aklımızın ucundan geçirmiyoruz? Neden hep Kârun’laşmak gibi bir niyet taşıyoruz da, Muhammedi bir kalbe, kafaya sahip olmayı reddediyoruz? Bunun için bazen bilgi de kâfi gelmiyor.
İnsan bazı şeyleri, başına gelmeden teorikten pratiğe aktaramıyor. Yani, gerçek şudur ki; “ateş düştüğü yeri yakıyor”. Kendi evinde yangın olmayan, yanan komşu evi de olsa, akraba evi de olsa, diğer Müslümanların evi de olsa maalesef hikâye geliyor. “Başkasına değen, saman çuvalına değermiş” derler. İşte bu söz yerine oturuyor. “Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın” sözü de bu mealde söylenmemiş mi? Bunun gibi, insan egosunun ekseriye öne çıktığını anlatan onlarca atasözü vardır. Biz de, çocuklarımız olup, büyümeye başlayınca fark ettik taşın sert olduğunu. Ateş içimize ancak o zaman düştü. “Ne yapabiliriz”i ciddiye almaya o zaman başladık.
Bundan önceki anne, baba ve çocuklar üzerine kaleme aldığım yazılarımın bu hususta genel bir bilgilendirme yaptığı kanaatini taşıyorum. Şimdi ise, çocuklarım hususunda ben neler yaptım bunu aktarmaya çalışacağım.
Devam edecek….
Dt. Abdülkerim Karaağaç