Önceki yazımda var olan durumu, ahvali, sistemin nasıl işlediğini, Müslüman bir insanı nasıl törpülediğini aktardım. Ateşin, ocağımıza düşmesiyle birlikte, bu sistem içerisinde neler yapılabileceğini her işimin önünde görüp, ciddiyetle araştırmaya başladım.
“Çocuklar evde 7 yaşına kadar gül gibidir” demişler. Sever, okşar, öpersiniz. Onların anlayacağı dille, yaşını ve kapasitesini düşünerek çok sıkmadan uygun bilgiler verirsiniz.
“7ile 14 yaşları arasında hizmetçi gibidirler”. (köle anlamına alınmamalı) Eşyayı ve insanı tanıtırsınız. Örneğin; siz bir şeyle meşgulken, ondan bir alet getirmesini istediniz, getireceği şeyin ne olduğunu, nasıl getireceğini ve getirdiğinde ne işe yarayacağını öğretirsiniz. İnsan nedir? Bunu çok iyi kavramasını, diğer insanlarla ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini öğretirsiniz. Hepsinden önemlisi de Allah (cc.) ı mükemmel anlama ve idrak etme noktasında olabildiğince gayret gösterirsiniz.
“14 ile 18 yaşları arasında; kız ise evde annenin, erkek ise babanın vekili gibidir” demişler. Yani, 18 yaşına gelmiş bir genç, evlendirdiğinizde hanımının kıymetini bilecek, Rabbini hakkıyla tanımış olacak, velhasıl dünya ve ahiret hususunda âlim ve allâme denilecek bilgi, görgü ve beceriye sahip bir kimse olacak.
“18 yaşından sonra da; ya dostundur, ya da düşmanındır” demişler. Görülüyor ki, 18 yaşından sonra bir genç için yapılabilecek pek önemli bir şey kalmıyor. “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş” oluyor. Onun için, “ne yapabiliriz” i çok düşündüm.
İstişare ettiğim bazı kardeşlerimin tavsiyeleri oldu. “ Dürüst ol gerisi gelir” dedi birisi. Bir diğeri, “bu toplumu yalnız başına düzeltemezsin, sen kendini adam et yeter” dedi. “Ne yapabiliriz kaygısı güzel ama, balık baştan kokmuş be birader, sana mı kaldı bu işler” diyenler oldu. Ve daha neler dediler, neler. Aslında çoğunun haklı oldukları yanlar vardı. Fakat, yukarıda aktardığım gibi, herkes “saldım çayıra” misali yürüyüp gidiyordu. Kimse bu hususta bir gayret içinde değildi. Bakıp bu tablo karşısında ancak üzülüyordum. “Öyle de olsa, bu durum benim azmimi kırmamalı” diye kendime telkinde bulunuyordum.
Önce çocuk yetiştirilmesi ile ilgili yazılmış olan kitapları taramaya başladım. Merhum İbrahim Canan hocanın bu husustaki kitabı, Rahmetli M. Zahid hocamızın ve Rahmetli Esat Coşan hocamızınhadis dersleri ve daha birçok değerli hocalarımın eserlerinden istifade ettim. Fakat, bir metot geliştirmem lazımdı ki, bunları uygulayabileyim.
Şu güzel Türkiye’mizde, Kur’anın övdüğü yüce Peygamberimizin güzel ahlâkını, resmi ağızlardan öğretecek ciddi bir kurum yok, iş ailelere kalıyor. Aileler de çocuklarını, ancak baba ve annenin bilgi seviyeleri ile ilgili yönlendirebiliyor, bilgilendirebiliyorlar. Geçmişte bizim ecdadımız dört yaşına gelmiş çocukları için mutlaka bir eğitici, öğretici hoca tutarlarmış. Hoca, kendisine teslim edilen çocuğa 15 yaşına kadar hem dünyevî, hem de uhrevi bilgileri birlikte güzelce öğretirmiş.
Şimdi bir sürü sebeplerden dolayı bu mümkün olmuyor. Bir kere, en başında mecburi 8 yıl engeli var önümüzde. İkisini birden yürütmek için zaman ( ödevleri, derse hazırlanmaları vs. ) müsait değil. Çocuklar hakları olan oyunlarından ve dinlenmeye ayıracakları saatlerinden fedakârlık edecek olsalar bile, bu sefer de bu vazifeyi bihakkın yapabilecek çok yönlü eğitmenlere ihtiyaç vardır. Maddi durumları iyi olmayan aileleri de düşünürsek, bu şartlarda böyle bir düşüncenin ne kadar mümkün olup olmayacağı gözüküyor.
Lise yıllarımda (1972) Cenap Şahabettin’in olacaktı zannediyorum, “Kendime Mektuplar”ını okumuştum. Bir anlam verememiştim. Cenap’ın erkek arkadaşları, kızlarla mektuplaşıyormuş. Cenap, bir kız arkadaş (manita) bulamayınca o başka yollar denemeye karar veriyor. Kendisi kendine mektuplar yazıyor. Beşiktaş’taki evinden bir mektup yazıyor, Fatih’teki ikinci evine postalıyor. İki gün sonra Fartih’teki evinin posta kutusundan alarak okuyor ve ona Fatih’ten bir cevap yazıp, Beşiktaş’taki evine gönderiyor. Bu hâl bir Beşiktaş, bir Fatih derken devam edip gidiyor. Cenap Şahabettin’in mektupları anlamsız gibi gözüküyor ama, bana bir kapı araladı. “Evet, insanın kendine mektup yazması bir saçmalık ama, evimizi paylaştığımız çocuklarıma yazabilirim” diye düşündüm.
“Çocuklara Yardım Vakfı” adı altında, hayalî bir vakıf düşününüz. Bu vakfın evde, yolda, okulda ve aklınıza gelebilecek her yerde elemanlarının olduğunu ve çocuklarınızı 24 saat takip ederek her hâl ve hareketlerini kaydettiklerini düşününüz. Her yerde, yapacakları yanlışları ve doğruları kaydetmekteler. Çocuklar da neticede öyle biliyorlar. Vakıf, elindeki bu kayıtlarla, gözetimi altındaki çocuklara her 15 günde bir mektup gönderiyor.
mektuplar iki bölümden müteşekkil. Birincisi; bilgilendirme bölümü. Bu bölümde çocukların ilgisini çekecek, aynı zamanda seviyesine göre seçilmiş değişik mevzûlar yer almakta. Belki sayfalarca, hatta sonraki birkaç mektuba bile sarkacak konular olabiliyordu. Diğer taraftan onları onurlandırıcı, yüceltici iltifatlarla birlikte, vakfa olan sevgileri ve bağlılıkları artırılmaktaydı. Vakıf elemanlarının kimler olduğunu bilmedikleri halde onları çok seviyorlardı. Mektupta seçilen cümleler de gerçekten yavruların çok hoşlanacağı ve onları adım adım şekillendirecek biçimdeydi. Bu cümleleri ancak, onların karakterlerini, yaşlarını, daha doğrusu her şeylerini çok iyi bilen birisi yazmaktaydı. Hepsinden önemlisi, o yaştaki bir çocuğa değer verilip, mektup yazılmış olmasıdır ki, 6- 7 yaşındaki bir çocuk için bu büyük bir onur vesilesidir.
Bu bölümde seçilen konu, soruya mahâl kalmayacak şekilde çok açık yazılmaktaydı. Sadece o seviyeye hitap eden konunun, o yaşın penceresinden bakıldığında net anlaşılabilmesi için çok gayret ettim. Kendi kütüphanem yetmiyorsa, başka kaynaklardan faydalanarak hazırladım. Bir mektup bazen günlerimi alıyordu.
İlk mektubu hatırlıyorum; henüz altı yaşında bir çocuk apartmanın posta kutusunda kendi adına yazılmış bir mektup zarfı bulmuş ve bizim kata çıkıncaya kadar, heyecandan ve sevinçten ayakları biri birine dolaşarak, nerdeyse merdivenden aşağı yuvarlanacak gibi koşuyordu. Yukarıya çıkınca çantasını bir kenara atıp, zarfı telaşlıca açıyordu. Mektubun giriş cümleleri aynen şöyleydi: “ selâm vs. den sonra, “Yavrum, bizler bu mektubu Çocuklara Yardım Vakfı mütevelli heyeti olarak gönderiyoruz. İstanbul’da 3 milyona yakın çocuk var, biz bu kadar çocuk arasından 100 çocuk seçtik. İşte bu 100 şanslı çocuktan bir tanesi de sensin yavrum. Sen, akıllı, zeki, ileride istikbâl vaat edecek yapıda, müthiş bir çocuksun. Onun için seni seçtik. Bundan sonra sana 15 günde bir mektup yazacak ve seni bilgilendireceğiz canım…” diye devam ediyordu.
İkincisi; kaydedilen hataların düzeltilmesi bölümü. Mektubun bu bölümünde de, hayâlî kamera(annenin ve babanın, çocuklarını iyi bir gözetleyici gibi fark ettirmeden takipleri )nın kaydettiği yanlış ve hatalı davranışları, sözleri ele alarak, bunları nasıl düzeltebileceği, bunların yerine nelerin yapılabileceği kaleme alınmakta ve teferruatlıca anlatılmakta.
Benim, çocuklarımı karşıma alarak anlatmaya çalıştığım o kadar çok konu oldu ki, nerdeyse hiç birinde yeteri kadar faydalı olamadım. O anda belki karşımdakinin psikolojisi dinlemeye müsait olmuyordu, ya da ben sinirleniveriyordum. Tâ ki, aynı mevzuları mektuplara aktardım, işte o zaman güzel neticeler almaya başladım. Mektup dili çok farklıydı. Karşılıklı konuşma diline hiç benzemiyor, aksine ne kadar yumuşak, güzel kelimeler ve cümleler seçme imkânı vardı. Mektuplar çocukları hem çok sevindiriyor, hem de ahlâklarını Rasulullah’ın ahlâkına büründürüyordu.
Çocuklar hakkında teferruatlı bilgi toplayabilmem ve mektup yazabilmem için günlerce muayenehanemi terk edip, onları yolda, okulda vs. yerlerde bir kamera gibi takip etmem lâzımdı. Bazen soruyorlardı bana, “ babacığım bu vakıf amcalar, benim okul yerine parka gidip oturduğumu nerden biliyorlar.” Ben de onlara şöyle cevap veriyordum: “Yavrum, vakfın elemanları sizi göremeyip kaçırdığı bir sürü zamanlar da olacaktır. Lâkin Allah (cc.)’ın kaydetmediği, göremediği, kaçırdığı hiçbir salise bile yoktur. O vakıf amcalar sizleri Allah (cc.)’a bilgili, ahlâklı güzel kul olmaya hazırlıyorlar kuzum.” Devam edecek.