Cahit Zarifoğlu merhum 1940 yılında Ankara’da doğdu, 7 Haziran 1987 yılında İstanbul’da vefat etti. Kısa ömrünü dolu dolu yaşadı ve geride çok sayıda eser ve boynu bükük dostlar bıraktı.
“Yedi Güzel Adam”ın şairi O. Mavera dergisinin kurucusu Yedi Güzel Adam’dan biri de O. O’nu dünya gözü ile görmek, tanışmak nasip olmadı bana. Eserlerinin bir kısmını O hayatta iken okumuştum. Fakülte son sınıfta idim,“Savaş Ritimleri” romanını imtihan koşuşturmaları sırasında bitirdim. Bazı kitaplarını ise onun vefatı üzerine yazılan çok sayıda hatırayı okuduktan sonra tanıma fırsatı buldum.
“Yaşamak” kitabı okunmadan O’nun doğru anlaşılması mümkün olmaz.
Çocuklar için yazdığı “Yürek Dede ile Padişah”, “Katıraslan” ve “Serçekuş” gibi kitaplarını “35 yaşına kadar tüm çocuklar için” yazdığını aktaranlar olmakla birlikte o kitapların “her yaştan çocuklar için” yazıldığını iddia etsek abartmış olmayız. Zira bu kitaplar her yaştan çocuk için çok faydalı, ufuk açıcı ve düşündürücü.
O’nu vefatının yıldönümünde bugün rahmetle anarken “Serçekuş”tan tadımlık bir alıntı yapalım. Serçekuş’u ve diğer çocuk kitaplarını çocuklarıyla henüz tanıştırmamış olanlar -gelebilecek muhtemel sorulara kolay cevap verebilmek için- önce kendileri okumalı…
Her taraf yemyeşil, rengârenk, pırıl pırıl. Bu güzelliği görmek için, bakmasını bilmek gerek. Güneş doğmadan uyanmak gerek. Bazıları, geç uyandıkları için bu güzelliklerin bir kısmını göremiyorlar. Yaşamları, tıpkı baş tarafı dinlenmemiş bir masal gibi oluyor.
Günlerden bir sabah. Kahramanımız Serçekuş, uyandı. Biraz daha uyuyayım mı, uyumayayım mı ikilemi içerisinde, seyredeceği güzellikleri düşünerek kalktı. Yuvasından dışarı çıkarak, etrafı seyretmeye başladı. Acaba bugün neler olacaktı?
Bütün canlılar da uyanıyorlar. Hemen hepsinin uyku ile bir kavgası var. Bu kavgayı kazananlara ne mutlu.
Hayvanlar, Ağaçlar, kuşlar, böcekler, göller, nehirler, denizler… Birbirleriyle besleniyor, birbirlerini kovalıyor, birbirleriyle yan yana oturuyor, birbirleriyle yalnızlıklarını gideriyor ve birbirlerinden kuvvet alarak devam ediyorlar. İnsanlar da öyle değil mi?
(...)
Gölde bir kayık, içinde avcılar var.
Gölün beş on dakika uzağında bir köy var, adı Kocabağ. Onlar da uyandılar. Kadınlar ocakları yakmaya başladı. Erkekler ise caminin yolunu tuttular. Birazdan sofralara oturulacak, bakır kalaylı tencerelerde pişen sabah çorbası içilecektir. Sonra da o günün işleri, büyük küçük demeden yapılacaktır.
Horoz sesleri etrafı sardı bile…
Bütün tabiat, bir cümbüş, bir senfoni halinde. Herkes görevini yapıyor, herkes rızkını yiyor.
Serçekuş bütün bunları biliyor mu, kestiremeyiz.
(…)
Hayat akıyor… Serçekuş uçuyor..Caminin üstüne geldi. Yaşlı bir ihtiyar konuşuyordu. İhtiyarı kendi cinsinden kartallara benzetti. Ne diyordu: “Az, konuşun, fakat öz konuşun.”
Çok aşağılarda olduğunu görünce, tehlikelerden korunmak için daha üst dallara tırmandı. Çocuklar tarafından avlanabilirdi… Uzaktan, gölde bot içinde olan dört kişi gördü. Zaman zaman silahlarını doğrultup ateş ediyorlardı.
Köylülerin büyük bir çoğunluğu tarlada çalışıyor, çok azı kahvede oturuyordu. Çocuklar sokak aralarında kedi, köpek, tavuk, civciv ne bulurlarsa onlarla oyunlar oynuyorlardı. Kadınlar, erkeklerden daha evvel tarladaki işlerini bırakıp, evlerine dönüyorlar ki, ev işlerini yetiştirebilsinler.
Kocabağ köyünün yakınındaki göl, dışardan gelenler tarafından “Gölbaşı” olarak adlandırılıyor. Şehirliler genellikle hafta sonları avlanmaya geliyorlar. Köylüler bunlarla pek kaynaşmazlarsa da, seslerini de çıkarmazlar.
Avcı adam, av için hazırlıklarını yapıyordu. Hanımı, vakit geç olmasına rağmen, evin içinde dönüyor, adamı bu işten hem günah, hem de çoluk çocuğunu ihmal ediyor diye vazgeçirmeye çalışıyordu. Dinleyen kim?..
(…)
Avcıların ikindiye kadar olan günleri, gölün üzerinde, sazlıkların arasında, pusularla, avcılıklarla geçti. Bu arada gölde avlanan avcı sayısı bayağı artmıştı. Bu nedenle daha dikkatli atış yapmak gerekiyordu. Yoksa birbirini vurmak da vardı.
Bizim avcının arkadaşları gölde avladıkları balıkları pişirip yedikten sonra uyumuşlardı. O ise, biraz ilerde ağaca yaslanmış, dağları seyrediyordu.
Birden o kuş az ilerdeki dala konuverdi. Ve avcı adam bir anda çifteyi ona doğrulttu. Serçekuş büyülenmiş gibi yerinde donuverdi. Sonra kendi dilinde konuştu: “Vurma beni.”
Avcı ne dediğini anlamamıştı.. Küçücük bir serçe, eti ne budu ne? Harcadığım fişeğe değmezdi diye düşünüyordu. Kuş ise anlamamış:
“Değer mi?” diye soruyordu. Avcı, rolünü değiştirdi: “Elbette, av avdır. Mesele, değer mi değmez mi değil.”
Serçekuş düşünüyordu. Yine konuşmak istedi. Ağzını açtığı vakit kan akmaya başladı. Korkudan ciğeri patlamıştı. Yinede, “yararı olmayacak” diye seslendi avcısına. Avcının suratı değişmişti. “Kızdırdım onu herhalde”.. -Ne yapacağını şaşırmıştı. Uçmak istiyor, uçamıyor; konuşmak istiyor, konuşamıyordu. Tüm cesaretini topladı, daha yakın bir dala kondu. Ne olacaksa olsundu artık. Avcı tüfeğini tekrar doğrultup nişan aldı. Sonra da güldü. Sesine arkadaşları bile uyandılar.
Serçekuş ölümü düşünüyordu. Şimdiye kadar yaşadıkları, gördükleri gerçek değil miydi yoksa? Neydi bu dünya, bir oyun muydu? Peki kim yapıyordu bu oyunu? Şu an ölebilirim de, ölmeyebilirim de. O zaman, irademi sonuna kadar kullanmam mı gerek?
“Beni öldürme, ben de bir gün senin hayatını kurtarırım” dedi avcıya.
Avcının kahkahaları yeri göğü sarsacak kadar şiddetliydi. “Peki” dedi, “farzet ki şu an Azrail gelmiş canımı almaya, beni nasıl kurtaracaksın?”
Bilgisizliğinden üzüldü, Serçekuş. Belli etmedi. Cesaretle:
“Olabilir” dedi. Ancak, avcı silahını ateşlemişti. Fakat havaya. Bir yığın kuş, sincap sağa sola kaçıştılar. Serçekuş “öldüm herhalde” diye düşündü. “Demek ki ölüm böyle bir şeymiş.”..
“Yanlış anladın” dedi avcıya. “Olur ya, gölde bataklığa düşersin, yakınında kimse yoktur. Ben uçar gider, eşine, çocuklarına haber veririm” demek istemiştim.”
Avcı sanki korkmuştu. Nedir bu korkunun sebebi? Bu insanlar mademki ölümden korkuyorlar, neden o zaman kendileri de başka bir canlıyı öldürüyorlar? Ve bizim kuş geldi avcının namlusunun üzerine kondu. Avcı kuşu eline aldı. Hayret, hiç korkamamış ve kaçmamıştı.
“Bak” dedi avcıya. “Şu tetik ancak benim yüreğim kadar. Bastığın vakit bir mandayı dahi devirebiliyorsun. Sen cüsseme değil, aklıma bak benim.”
Aradan günler geçti. Avcımız yine arkadaşları ile geldi. Her taraf av kaynıyordu. Avlandıkça avlandı. Torbalar, çantalar doldu. Ama gözler doymamıştı. İşte bir ördek, sazların arasında. Nişan aldı, vurdu. Şimdi gidip onu oradan almak lazımdı. İlerledi. Bir iki adım daha attı. Batmaya başladı. Ne yapsa çıkamıyordu.
“İmdat” diye bağırmaya başladı. Bu arada Serçekuş ve anlattıkları aklına gelmişti. Ve, Serçekuş avcının karşısında beliriverdi…