Sevgili Dostlar, bundan önceki 3 yazımızda İran ve Filistin bağlamında ümmeti zora düşürecek tehdit ve tehlikeler üzerinde yoğunlaştık. Ancak doğru bir pozisyon alabilmek için gerçeği tam olarak bilmemiz gerekiyor. Aksi halde vereceğimiz tepki bizi yanıltır ve üzerimizde hesabı olanların planına alet eder. Söz gelimi DAEŞ mensupları kıtır kıtır müslüman keserken kendilerini Amerika'nın bölgedeki çıkarlarına kurban ettiklerini anlayamadan helak olup gittiler. Bir CIA organizasyonu olan FETÖ de öyle... Sempatizandan militanına sayısı belirsiz mensup celladına âşık olduğunu hala bile fark edebilmiş değil. Benzer bir durum, İran aparatı olan Hizbullah için de söz konusudur. Suriye'de İran ya da rejim adına 'Sünni' katliamı yaparken DAEŞ gibi Allah’ın dini için mücadele ettikleri vehimi içerisinde idiler.
Şimdi İran’a farklı bir pencereden bakan sekiz küsur yıl kadar önce (8 Ocak 2016) yine şahsımın kaleme aldığı yazıyı noktasına virgülüne dokunmadan sizinle paylaşıyorum. Biraz uzun olduğu için ikiye bölerek paylaşacağım. Sonraki yazılarımızda bu minvalde başka değerlendirmelerimiz de olacak inşaallah... İşte o yazı...
Ortadoğu'da İran'ın Değiş(mey)en Rolü-1
Çeşitli etnik yapıların; biraz kültür, biraz da coğrafyadan kaynaklanan nedenlerle hassasiyet sinir uçları birbirinden farklıdır. İranlılarda bu ‘kavmiyetçilik ve mezhepçilik’ olarak dışa vurmaktadır. Biraz da güçlü bir medeniyetten gelmeleri nedeniyle hiçbir zaman İslam ümmetinin güçlü bir müttefiki olmamışlardır. İranlılar Müslüman olduktan sonra da Pers medeniyetinin geleneklerini terk etmemiş, bu siyaseti yeni duruma uyarlamışlardır. İran medeniyeti, çevredeki ülkeleri de etki altına almıştır. İran’ın bizim kültürümüzde de yoğun etkisi vardır. Osmanlı’da resmi yazışmalar, Türkçenin yanı sıra Arapça ve Farsça yapılmıştır uzun süre... Bugün de gündelik hayatımızda kullandığımız pek çok kelimenin kökeni Farsçadır.
Yaygın kanaatin aksine İran öteden beri Şiilerin çoğunlukta olduğu bir devlet değildir. Çeşitli iç karışıklıklardan sonra çok genç yaşta Safevi devletini kuran Şah İsmail, koyu bir Şii olarak Anadolu’yu gözüne kestirmişti. Kendisi de bir Türk ya da Azeri olan Şah, Şii inancını yaymak maksadıyla ülkesindeki halk kesimlerini ağır baskı altına almıştır. Anadolu’da da faaliyetler yürüterek burada çeşitli toplumsal sonuçları olan isyanlar çıkartmış, ancak Yavuz Sultan Selim’in basireti istediği sonucu almasına engel olmuştur.
1979’da, henüz soğuk savaş bitmemişken, İran’da gerçekte olan ABD ile Fransa’nın kapışması idi. Malum; Fransa Avrupa’nın hatta dünyanın en köklü ve güçlü devletlerinden birisidir. Onun da dünya lideri olma hedefi var doğal olarak. Dünyanın önemli bir kesimini etkiledi ve hala da etkileyebiliyor. İkinci Dünya Savaşından sonra 1956’da ABD’ye danışmadan Mısır’daki Süveyş krizine İngiltere ve İsrail’le birlikte müdahale edince Sovyet tehdidine karşı ABD tarafından yalnız bırakıldı. Bu yüzden Fransa NATO’dan ayrılarak kendi stratejisini geliştirmiştir.
İran, 1979’a dek Ortadoğu denince ABD’nin arka bahçesi olarak ilk akla gelen ülke idi. Şahlık İran’ının kurduğu iyi ilişkiler ve stratejik konum, Sovyet sınırındaki bu ülke ile ABD’nin ittifakını zirveye taşımıştı. Birçok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi Şahın da halkı ile arası mesafeli idi. Bu yüzden CIA’nın da desteğiyle güçlü bir istihbarat teşkilatı (SAVAK) kurmuştu.
İçin için kaynayan İran halkını Şaha karşı kenetleyen harç ise, bir türlü sökülüp atılamayan ve esasen mollaların kontrolündeki ‘medreseler’di. Global güç olma iddiasındaki Fransa bu gücü fark etmiş, kendi lehine toplumsal zemin oluşturmak üzere harekete geçmişti. Medrese çevrelerinde etkili ‘Ayetullah’lardan olan Humeyni içeride güçlü bir müttefikti. Durumun farkında olan ABD diğer etkili Ayetullah olan Ali Şeriatmedari ile safları sıkılaştırmıştı. Zira artık her iki ülke de Şah’ın gidici olduğunu sezinlemişti. Toplumsal araştırmalar, “Mollaların” iktidarına işaret ediyordu. Şaha karşı mücadele yürüten komünist TUDEH Partisinin de desteğini alan Humeyni, ‘velayeti fakih’ olarak daha üst sırada yer alan ve ABD yanlısı Azeri asıllı “Ayetullah” Şeriatmedari’yi alt etmişti. Bir süre varlıklarına göz yumulsa da Humeyni süreç içerisinde her ikisini de (Tudeh ve Medari) bertaraf etti.
İran’la Suriye’nin ilişkileri de tesadüfi değildir. Evet, mezhepsel bir bağ vardır ama aslında İran’daki Şii inancı Suriye’deki Nusayri inancını kabul etmez. Ne var ki; İran’da siyaset her zaman bir adım öndedir ve bağımsızlık öncesi bir Fransız nüfuz alanı olan Suriye ile İran halen müttefiktir. Humeyni Suriye-Lübnan bölgesinde faaliyet gösteren Hizbullah’ın elinden Fransız rehinelerin serbest bırakılmasına da aracılık ederek Fransa’ya gerekli hizmetini yapmıştır. Tabii en önemlisi, 1979 devrimi başarılı olunca Humeyni’nin uçağı Paris’ten havalanarak Tahran’a inmişti.
İran’ın fazla bilinmeyen çok ilginç bir ilişkisi de İsrail iledir. İki ülkenin birbirine dost olduğunu iddia etmiyorum elbette… Ama İran-Irak Savaşı esnasında İran’ın en büyük silah tedarikçisi İsrail’di. Bunun bir nedeni İsrail’in Arap düşmanlığı iken, diğer bir nedeni de ticari ilişkilerdir.
1979’daki İran devrimi, Türkiye’deki 12 Eylül darbesi, 1983’teki seçimler bölgesel; 1990’larda komünizmin yıkılışı ise global pek çok değişikliği beraberinde getirmiştir. Görünüşte İslam devrimi yapılmıştı ama İran gerçekte tam bir pragmatist politika yürütüyor, siyasi, hatta mezhepsel yayılmacılığı hedefliyordu. Bir başka deyişle 1979’da İran’da sadece aktörler değişmişti. Zira İslam dünyasındaki kritik hiçbir durumda siyasi hedeflerinden ödün vermemiştir. Bunun savaş dönemi İran’ı için de örnekler vardır. 1982’de Baba Esed Hama’yı yerle bir ettiğinde 10 binlerce insan ölmüş ama İran’ın sesi çıkmamıştı. Geniş kitleler tarafından İran’ın bu politikası ancak savaş sonrasında farkedilebildi.
İran, 1979 devriminden sonra aynen bugün Kuzey Kore’de olduğu gibi soyutlanmış bir ülke haline getirildi. En zayıf olduğu bir dönemde, büyük, uzun, kanlı bir savaşa girmek zorunda kaldı. “Yedi” günde bitirilmesi planlanan savaş (CIA eski başkanının ifadesidir) tam sekiz yıl sürdü. Taraflardan hiçbirisi hedeflerine de ulaşamadı. Hedefine tek ulaşan, tehdit olan iki ülkenin de gücünü minimize eden İsrail’di. Humeyni aynen Hirohito gibi anlaşmaya imza atmak zorunda kalmış, çok geçmeden de yaşamını yitirmişti (devamı var).