Başrollerini Jose Garcia ve Natalia Verbeke’nin paylaştığı Miguel Courtois’in 2006 yapımı “Örgüt-GAL“ filmini izlemediyseniz, izlemenizi öneririm. Filme internetteki video paylaşım sitelerinden kolaylıkla ulaşabilirsiniz.
Filmde 1980’lerin İspanyası anlatılır. Ülke; kanlı bombalama olayları ve adam öldürmelerle tam bir kaos içerisindedir. Olayların faili olarak terör örgütü ETA gösterilmektedir. Terör örgütü ETA ile mücadele etmek için(!) kurulan antiterörist örgüt GAL, ETA’ya şiddetli biçimde misillemelerde bulunur. Bunlara rağmen ayrılıkçı örgüt ETA’nın korkusu, bütün halka en derin şekilde yaşatılarak kökleşmesi sağlanır. Günlük bir gazetenin iki muhabiri Manuel Mallo (Jose Garcia) ve Marta Castillo (Natalia Verbeke), GAL ve İspanyol hükümeti arasında büyük bir bağ olduğunu kanıtlayan önemli bir kaynakla iletişime geçerler. Ancak derin gırtlak denilebilecek kaynak deşifre edilerek ortadan kaldırılır. Eğer bu gazeteciler hayatlarını riske atıp hikayenin doğruluğunu kanıtlarsa, bu haber yılın siyasi skandalı olacaktır. Ancak patronları tarafından işten atılırlar.
Film aslında birçok ülkede var olan antiterör yapılanmaların İspanya boyutunu anlatıyor. Yani İtalya’daki Gladyo’yu ortaya çıkaran “Temiz Eller Operasyonu”nu okuduğunuzda da, Ergenekon İddianamesi’ne baktığınızda da, GAL’den farklı bir yapı göremezsiniz. İnşallah Ergenekon yargılamasının sonu İspanya’daki GAL yargılamalarının sonu gibi değil, İtalya’daki “Temiz Eller Operasyonu” gibi olur.
Bu ilişkiler, aslında karmaşık gibi görünse de çok basit: Var olan veya var gibileştirilen ya da oluşturulan bir terör örgütünün korkusu, toplumun bütün bireylerine, iliklerine kadar hissettirilir; sonra da bununla güya mücadele eden bir antiterör örgütü kurulur.
Bu tür örgütlerin kuruluş mantığı; güya terörle hukuki yoldan mücadele etme imkanı kalmadığı inancıyla; hukuk dışı mücadelelerle, terörün daha kolay bitirileceğini düşünmektir. Ancak zaman içerisinde herhangi bir hukuki dayanağı ve sorumluluğu olmayan ve varlığının tamamını karanlığa borçlu olan bu tür örgütler, asıl terör örgütünden daha acımasız hale gelerek, insanların can ve mal emniyetlerini ortadan kaldıran, ülkeyi kaosa sürükleyen, kendilerinden hiçbir surette hesap sorulamayan bir canavara dönüşürler. Bu örgütlerin yapılarındaki hukuksuzluk nedeniyle; yaptıklarının, ettiklerinin bir sorumluluğu ve denetimi olmadığından, bunlardan kurtuluş, bu yapılara dayanak yapılan terör örgütlerinden, kurtulmaktan çok daha zor hale gelir. Çünkü o artık kontrol edilemez, hiçbir yasal sorumluluk taşımayan, devletin imkanlarını en sonuna kadar kayıtsız olarak kullanabilen devasa bir ekonomik ve fiziki güçtür.
Bu oluşumların aktörleri de, toplumun en saygın adamlarına dönüştürülür. ‘En saygınlık’, tabi ki bir simülasyon çalışmasıdır. Bu çerçevede örgütün intihalcileri, en çalışkan, en üretken bilim adamı; “manipülasyon birimleri”, en yararlı, en güçlü, en etkin sivil toplum örgütü; hukuk katilleri, onursal hukuk duayeni; pornocu ahlaksızları, sanat yıldızı; “erke dönenceleri”, yüzyılın buluşu; insanları asit kuyularında eriten katilleri, vatansever kahraman; kendi yazdıklarını bile dönüp okumayan demagogları, fikir adamı; dolandırıcı sahtekarları, uluslararası bankacı; şantajcıları, dürüst gazeteci; şarlatanları, saygın siyasetçi; beleşçileri, gurme; satılmışları, monşer diplomat; satılmışlıkları, diplomasi; pornografik sapıklıkları, sanat; hırsızlıkları, ticaret; yalanları, fikir; yalancıları, bilim insanı; kepazelikleri, özel hayat; reklamları, belgesel. Hülasa siyahları beyazdır.
Ergenekon organizasyonunun, yukarıda da ifade edildiği gibi, cüceler deve dönüştürülerek takdim edilen mahiyetinin ve aktörlerinin büyüklüğü; davanın sonuçlandırılabilmesi noktasında insanları, “Bu işin sonunu getiremezler” endişesine sevketmektedir. Çünkü “bir imalat malzemesi olan” devletin küçücük bürokratları, “Devlet benim ve devlet benden sorulur” büyüklüğünde topluma enjekte edilmiş ve enjekte edilmeye de devam edilmektedir.
Bu “imalatla” tiranlaştırılan çelikten yapının küçük bir üfürükle, sabundan köpük olduğunu bugün görüyoruz. Topluma kahraman diye sunulanların, aslında birer eroin kaçakçısı katil; fikir adamlarının, demagog; gazetecilerinin, şantajcı; profesörlerinin, intihalci hırsız; cerrahlarının, organ kaçakçısı; milliyetçilerinin, bayrak tüccarı; ulusalcılarının, Amerikancı; sivil toplum örgütlerinin, birer manipülasyon birimi olduğunu artık biliyoruz.
Buna rağmen her gözaltı sonrası; İlhan Abi hiç olur mu, Kemal Ağabeyler bilim adamı, Nurseli Ablalar artiz, Türkan Abla iyilik melaikesi, Sinan Bey tüccar, falanca abi general, filanca ağa sendikacı gibi koruma kalkanları devreye girmektedir.
İddianameler açıklandığında da, “Belgeler alındığında tutanak tutulmadı” gibi kıytırıktan usul hataları aramalar ya da bu adamlar yaşlı, bu adamlar hasta zavallılıklarına sığınmalar.
Hukuk dışı adamların, hukuk önünde bir saygınlıkları asla olamaz. Onların saygınlıkları ancak örgüt içi pozisyonlarındadır. Koruma kalkancılarının akledemedikleri ya da işlerine gelmeyen nokta burasıdır. Beyler; örgüt içinde değil, mahkeme önündesiniz, artık uyanın.
Tam bu noktada bütün dostlara, bir kitap önereceğim: “Kadere Karşı Koy A.Ş.” Alev Alatlı’nın kitabı. 1995’te çıktı. Zannedersem son baskısını 2007 yılında Everest Yayınları’ndan yaptı. Kitap, aslında 10 kuruş etmez insanların, nasıl “büyük adam” olarak imal edildiklerinin hikayesini anlatır: Hayatında fırça eline almamış bir orta yaş kadının, arkadaşları tarafından oluşturulan “büyük adam yetiştirme imalathanesi”nde eserleri en pahalıya satılan bir büyük ressam olarak sunulmasının hikayesidir.
Büyük, önemli, kudretli adam(!) imalatı konusu; Alev Alatlı’nın diğer romanlarında da işlenir. Özellikle Viva La Muerte’de, Nazım Hikmet’e ilişkin açtığı parantezde, bu yöntemi örnekleriyle anlatır. Viva La Muerte’de, ayrıca büyük adam imal edenlerin ve mamullerinin; bu imalattan ve mamüllerden haberdar olmayı “ayıp iş”, haberdar olanları da “kerih insan”lar olarak empoze etmeye çalıştıkları anlatılır. Bu bir tedbirdir ve tedbirle de “büyük adam” imalatındaki engelleri ortadan kaldırmanın sigortası, paratoneri oluşturulur.
İşte bugün, toplumun zihnindeki Ergenekon soruşturmasının sonuçlanabilmesi noktasındaki endişenin kaynağı yukarıda da ifade ettiğimiz gibi burasıdır. Normal şartlarda Ergenekon aktörlerinin tamamı; bulundukları pozisyon, işgal ettikleri mevki, hukuki durumları itibarıyla bu toplumda çok da önem, güç atfedilemeyecek kişiler. Ancak adamlara öyle portreler çiziyorlar ki, kesinlikle hiçbir şart altında dokunulmazlıkları zedelenemez ve onlar hep “layüsel” kalırlar.
Bu soruşturma çerçevesinde “layüselleştirdikleri” tiplere baktığımızda, tamamı hak ve yetkisini hukuki görevinden alan kişiler. Hukuktan pozisyon yüklenmişler ve bu hukuki mevkilerini kullanarak, örgüt adına hukuksuz işler yapmışlar. Bu hukuksuzluklarında; vicdanın hava parası olarak da, vatan demişler, bayrak demişler, Atatürk demişler, din demişler, laiklik demişler ve her birini ayrı ayrı paravan olarak kullanıp; adam öldürmüşler, bombalar atmışlar, gasp etmişler, provokasyonlara girişip, darbe planlamışlar. Bugün kanun karşısına çıkınca da, “Bunlar büyük yazar, büyük asker, büyük doktor, büyük yardımsever, büyük kodaman, büyük, büyük, büyük… Bunlara hesap sorulmaz, sorulmamalı” deniyor. Çünkü bu insanlar “büyük adamlar(!)” ve layüsel’ler.
Büyüklükleri ve buna bağlı dokunulmazlıkları da örgütteki pozisyonlarından geliyor. Çünkü şu nokta açıkça görülüyor ki, bu insanların dokunulmazlıkları, hukuki mevkilerinden ziyade, imalattaki pozisyonlarındandır. Mesela, eski Genelkurmay başkanlarından İsmail Hakkı Karadayı, emekliliğinde bile hesap sorulamaz adamken; Hilmi Özkök, görevinin başındayken bile, önüne gelenin; ağzına geleni söyleyebildiği bir kişi. Aynı durum rektör ve YÖK başkanları için de geçerli: Yusuf Ziya Özcan, yasal yetkilerinde, hukuki icraatlarında bile acımasızca hırpalanırken; Gürüz, darbeciliğinde bile sorgulanamaz. Hele Haberal’ı gözaltına eski bir Cumhurbaşkanı, havaalanından uğurlar. Asıl sorulacak soru ise, asla sorulmaz: bu adam küçük bir klinikten on yıl içerisinde ekonomik bir imparatorluğa nasıl ulaştı? Her halde Ergenekon savcıları soruyorlardır, on yılda bir imparatorluğa dönüşen kaynağı meçhul servetle; bugüne kadar kimleri, nasıl ve niçin finanse ettiğini?
Ama hayır; “Bor’un pazarı bitti, Niğde görüldü.” Şunu artık görebildik ki, polisler, Gürüz’ün de ensesine basarak polis aracına tıkabiliyorlar. Yani, bütün hukuksuz güçlerin aslında sabun köpüğü olduğu ortaya çıkmaya başladı. Yeter ki, hukuksuzluğa karşı, hukuku, hakim kılmaya çalışan hukuk erkinin iradesinde, bir kayma olmasın.
Açıkçası simülasyon artık bitti.
Peki bu simülasyon nasıl oluşturuldu, unsurları nelerdir?
Şunu açıklıkla kabul etmemiz gerekir ki, 1950’li yıllardan beri, şu ya da bu isimle ve değişik aktörlerle var olan Ergenekon adlı bu derin yapı, çok büyük bir organizasyon. Aslında yukarıda bahsettiğimiz İspanya’daki GAL de, İtalya’daki Gladyo da, diğer NATO ülkelerindeki çeşitli dönemlerde temizlenen örgütler de aynı büyüklükteydi.
Bu organizasyonların üniversiteleri var, akademisyenleri var; gazeteleri, televizyonları, siteleri, bakanları, dergileri, milletvekilleri, yayınevleri, tiyatroları, adli tabipleri, müzisyenleri, mahkemeleri var; gazetecileri, holdingleri, komutanları var; dernekleri, birlikleri, vakıfları, sendikaları, odaları, baroları, “encümen-i danişleri” var; otelleri, şikeleri, hastaneleri, liseleri, partileri, ortaokulları var; karşı olup destek aldıkları Amerikaları, dizileri, romanları, filmleri, bankaları, haraçları, belediye başkanları, katilleri, bilirkişileri, hırsızları, polisleri, bürokratları, tinercileri, randevuevleri, masaj salonları, şantaj kasetleri, telefon dinlemeleri, müteahhitleri, petrolcüleri, terör örgütleri, şeyhleri, hocaları, papazları, patrikhaneleri, dansçıları, topçuları, popçuları, antrenörleri, spor kulüpleri, distribütörlükleri var. Hülasa kullanabildikleri her şeyleri var.
Görülüyor ki, ahtapot gibi her tarafı sarmışlar. Buralardan devasa güçler devşirmişler. Korkuları silah gibi kullanıp, kahramanlıkları bozuk para gibi harcamış, engel gördüklerini katletmiş, değirmenlerine su taşıyanların bile kanını içmişler. Hiçbir şeyden endişe duyup, sakınca görmemişler. Her şeyi not etmişler, izlerini kaybettirme ihtiyacı dahi hissetmemişler. Çünkü başarıya ulaşacaklarına şeksiz şüphesiz iman etmişler. Güç başlarını döndürmüş; cumhurbaşkanlarını belirlemişler, başbakanlarını konuşmuşlar, bakanlarda ihtilafları gidermişler, bürokratları atamışlar, hapse tıkacaklarını, öldüreceklerini listelemiş, bütün bir toplumu fişlemiş, manipülatif birimler oluşturmuşlar.
Ergenekonun üzerinde en çok durulacak yönü örgütün manipülatif birimleridir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu büyük organizasyonun silah olarak kullanabildiği her türlü aracı var. Bu varlar içerisinde bizim dikkat çekeceğimiz nokta, bu örgütün oluşturmuş olduğu ya da sonradan kullanıma açtığı manipülasyon birimleri. Bu birimler; ya kendine doğrudan ya da dolaylı bağlı örgütler veya basın yayın organları.
Kamuoyunun yakından bildiği gibi, bu organizasyonun kullandığı, 2006 yılında Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi’nde Şener Eruygur’un basın toplantısıyla deklare edilen 41 tane sivil toplum örgütü namlı manipülasyon birimi var. Bu birimlerin büyük bir kısmının ismi 2. İddianame’de de geçmekte ve bir kısmına karşı da malumunuz olduğu üzere 12. dalgada baskınlar düzenlenmiş, gözaltılar ve tutuklamalar gerçekleştirilmiştir.
Bu birimlerin her biri, kendi alanlarıyla ilgili ihtiyaç duyulan manipülasyonları gerçekleştiriyor, görev gereği yapmaları gereken faaliyetleri yerine getiriyorlar. Gerektiğinde, bu manipülasyon birimleri birlikte etkinlikler de ortaya koyuyorlardı.
Bu çerçeveden en büyük etkinliklerini, Cumhuriyet Mitingleri ve şehit cenaze törenleri oluşturmuştur. Bu 41 manipülasyon birimi, darbe ortamı oluşturabilmek için de ayrıca bir eylem takvimi açıklamışlardı ve ilk eylem olarak da “Menemen’den Ankara’ya İrticaya Dur Yürüyüşü”nü belirlemişlerdi.
Planladıkları eylem takvimini hayata geçiremediler, “Menemen’den Ankara’ya yürüyemediler.” Çünkü hesaplayamadıkları, göremedikleri bu ülke artık onların bildiği yer değildi ve bu ülkede köprünün altından çok sular akmıştı.
Yine 2. ihbar mektubuyla ortaya çıkan manipülasyon birimleri arsında internet sitelerinin varlığını öğrendik. Yaşadığımız her günde, yeni şeyler ortaya çıkıyor ve biz normal insan havsalası içerisinde “bu da olmaz ki” diyoruz. Ancak “Millete İhanet Belgesi” diye nitelenen Dursun Çiçek imzalı tuzak planlamasını okuduktan sonra, bu örgütle ilgili değerlendirmeleri, insani değerler üzerinden tahayyül ettiğimizde hep bir şeylerin eksik kalacağını da bilmemiz gerekiyor.
Ancak gelinen nokta da şunu görmenin ümidi içerisindeyiz. Evet bugün bu yapının Generalleri içeri alınıyor, manipülasyon birimleri lağvediliyor, Haberal’leri hastane köşelerinde aylardır siniyor, başbakan adayları altı aydır yurda girmeye korkuyor, üniversitelerinin senatoları susalım ki fayda görelim diyor, gazetecileri birbirini gammazlıyor, Tv.leri ekran karartıyor, internet sitelerini zaten kapattık diyorlar, imzalarıyla ilgili, vallahi o imzalar bizim değil, ıslak imza makinelerinde üretildi inkarındalar.
Şimdi bütün güç yargıda ve siyasi iradede. 60 yıldır millete kan kusturan canavar kuyruğundan yakalandı. Kuyruğu koparmasına asla fırsat verilmemelidir.