Hamiyet Kırmızı içimizden biri. Çok yakınımızda. Bazılarımızın akrabası, kimimizin arkadaşı. Anlattıkları yüzde yüz gerçek ve yürekten. Ben dinlediğimde çok etkilendim, istifade ettim. Bana anlattıklarını yazmasını istirham ettim. Sağolsun duygularını, hissettiklerini çok güzel dile getirmiş. Kendisi bir başörtüsü mağduru. Başörtüsü mücadelesini de yazacak, söz verdi.
Şimdi, 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunan gözü dönmüş malum örgütle ilgili yaşadıklarını birlikte okuyalım…
…
Yıl 2003. 28 Şubat mağduru bir bayan olarak, üniversitede verdiğim 3 yıllık mücadelenin ve üniversite içerisinde başörtülü olarak bulunmaktan ötürü hakkımda açılan soruşturmanın ardından Ankara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü sağ salim bitiriyorum. Fakat öğretmen olma yolundaki süreci takip etme şansım hiç yok. Tüm sınıf arkadaşlarım pedagojik formasyon için üniversitenin eğitim bilimleri fakültesine devam ederken ben arkama dahi bakmadan İstanbul’a, ailemin yanına dönüyorum.
Yıl 2012. Ülkemde başörtü sorunu çözülüyor elhamdülillah. Dünü tamamlamak adına lisans mezuniyetimden 10 yıl sonra pedagojik formasyon eğitimine başlıyorum. Yaş otuz iki. Yolun yarısı etmeye çok az kalmış. İçimde müthiş bir adanmışlık hissi. Ne yapsam da bu ömrü kurtarsam? Bu ömrün 32’den artığını ne yapsam da tam tamına kara dönüştürsem ve ahirete kazanç ile gitsem? Aklıma üniversiteyi bitirdiğim yıllarda belli bir camiaya ait olan Burç FM’de dinlediğim adanmışlık hikâyeleri geliyor. Programın ismi Sıfır Noktası idi sanıyorum. Geç saatlerde yayınlanırdı. Buna rağmen uykumdan fedakârlık eder, gözyaşları içinde o hikayeleri can kulağıyla dinlerdim. -O zamanki düşüncemle- Dünyanın dört bir yanına İslam için giden o insanların gidişlerini ve oralarda kalışlarını kendi ağızlarından anlattıkları her bölümde içimdeki yaranın biraz daha büyüdüğünü hissederdim. Ahhhh, derdim. Bu tam bana göre Rabbim! Keşke bana da sadece Allah için gitmek nasip olsa. Pedagojik formasyon aldığım bu 2012 yılında, tam da “Ne yapsam da bu ömrün kalanını duru, katışıksız bir kazanca çevirsem?” düşüncesi içerisindeyken, “ Bu okullara başvurayım, diyorum. Afrika’ya gideyim. Tıpkı yıllar önce dinlediğim o programlarda anlatılanlar gibi tüm dünyamı bir bavula sığdırıp sadece Allah için her şeyden vazgeçip gideyim”. Bu düşünce gittikçe kuvvetleniyor kalbimde ve aklımda. İçim yangın yeri. Gitmeliyim, diyorum, ALLAH İÇİN GİTMELİYİM! Ama nasıl? Etrafımda bu konuda bana yardımcı olabilecek kimse yok. Bir yol arıyorum. Bir yol ki Allah için ve İslam için gitmeyi mümkün kılsın.
Şirinevler-Kocasinan mahallinde ana cadde üzerinde yürüyorum. Yürümek, büyüten eylem. Yürüdükçe düşünüyorum, düşündükçe içimdeki Allah için gitme aşkı büyüyor. Ne yapmalı, nasıl yapmalı diye yollar araştırıyorum. Tam da bu esnada biraz ileride, yolun sağ tarafında karşıma Fatih Koleji çıkıyor. Gidip okulun müdürüyle görüşmek geliyor aklıma. Bir yol gösterir herhalde, diyorum. Küçücük çabaların samimiyetle dilenen şeylerde büyük kapılar açabileceğine inanan biri olarak hiç düşünmeden içeri giriyorum ve okul müdürü ile görüşmek istediğimi söylüyorum danışmadaki beyefendiye. Kısa bir süre bekletip bir odaya yönlendiriyor beni. Mustafa adındaki oldukça yapılı, mütevazı bir beyle tanışıyorum. Buyurun deyip oturmam için koltuğu işaret ettiğinde, saniyelik zaman akışında derdimi nereden ve nasıl anlatmaya başlayacağımın kritiğini yapıyorum. Konuşmaya kendimi tanıtmakla başlayıp “Yurt dışındaki okullarınızda çalışmak istiyorum, hem Afrika’da” diyorum. Radyoda dinlediğim hikâyelerden ne kadar etkilendiğimi anlatıyorum. Amacımın sadece Allah rızası için ömrümün kalanını adamak olduğunu belirtiyorum. Mustafa Bey onlara ait hiçbir kurumda okumadığımı, kalmadığımı söylememe rağmen samimiyetime inanıyor ve numarasını veriyor bana. Gerekli yerlere yönlendireceğini söylüyor. Meşalenin yandığı an: içim alev alev, yüreğim çakmak çakmak. Tamam, diyorum. Olacak inşallah. Bu kutlu hizmetin içerisinde ben de yer alacağım. Bin ümitle süreci takip etmeye başlıyorum. Her yeni güne daha bir Meryem olarak uyanıyorum. Gitme arzum da gideceğime olan inancım da her gün kuvvetleniyor. Ezici duygusal çoğunluğun etkisi altında günbegün içinde bulunduğum hayata biraz daha yabancılaşıyorum. Çünkü ne de olsa GİDECEĞİM BEN.
Mustafa Bey, kısa bir zaman sonra yurt dışındaki okulların İstanbul sorumlusu olan bir beye yönlendiriyor ve şu tarihte gidip tanışın, diyor. Adını hatırlayamadığım bu kişinin müdürü olduğu okula tam mesai bitimi, öğrencilerin son dersten çıkıp evlerine gitme telaşı içinde oldukları bir vakitte gidiyorum. Kış aylarındayız, hava kararmak üzere. Akşam namazı vakti. Danışmaya görüşeceğim ismi verip koridordaki koltukta beklemeye başlıyorum. Çocuklarını bekleyen velileri izliyorum, sağa sola giden öğretmenleri, çantaları sırtlarında servislere doğru hareket eden öğrencileri... Beklediğim kişi olduğu belli olan beyefendi bana doğru yaklaşıp odasına buyur ediyor. Oldukça büyük bir mekân. Bir uçta toplantı masasında ben, diğer uçta makam masasında o oturuyor. Ne sorduğunu, ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Nasıl Allah rızası için bu çalışmanın içerisinde yer almak istediğimi anlattım herhalde. Ama yıllar sonra bile o kişinin sorduğu bir soruyu ve verdiğim cevabı hiç unutmadım:
- PEKİ, BİZDEN NE İSTİYORSUNUZ?
- AFRİKAYA GİTMEK İSTİYORUM VE SİZDEN HİÇBİR ŞEY İSTEMİYORUM.
Sonraki aşamada konunun bayan ayağıyla iletişimimi sağlıyorlar. Tanışmak üzere beni bir kız öğrenci yurduna çağırıyorlar. Karşımda 23-24 yaşlarında iki genç bayan. Daha önce kurumlarımızda kaldınız mı, kitaplarımızdan okudunuz mu, bizi nereden biliyorsunuz diye soruyorlar. Camialarını etraftan bildiğimi, şimdiye kadar yakın temasım olmadığını ama yurt dışına gitme konusunda samimi olduğumu, bunu canı yürekten istediğimi söylüyorum. Onlara da özellikle ve hatta yalnızca Afrika’ya gitmek istediğimi bir de başörtü mücadelesi vermiş birisi olarak örtü sorununun olmadığı bir yer olmasını istediğimi belirtiyorum. Şaşkınlıkla: “ Herkes normalde Afrika olmasını istemez, ilk defa birisi özellikle Afrika’yı istiyor” diyor ve oradaki yaşam koşullarının zorluğundan bahsediyor. Ben de bunu bildiğimi söylüyorum. Yarım saatlik görüşmenin ardından vedalaşıyoruz. Bir süre sonra yine bir koleje, mülakata çağırıyorlar. Salon Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş, çeşit öğretmenlik branşlarından yeni mezun olmuş genç kızlarla dolu. Sırayla herkesi bir odaya alıyorlar. İki üç kişilik bir komisyonun karşısına çıkıyorsunuz. 5-10 dakikalık kısa bir görüşme. Şimdiye kadar sorulagelen sorular, neden yurt dışında çalışmak istiyorsunuz vs...
Artık gideceğimden şüphem yok. Öyle ki kışlık bir şey alacak olsam, “Afrika’ya gideceksin ve bunlar hiç işine yaramayacak. Boşuna israf etme” diyorum kendime. Kışlık kıyafetlerimi ne yapacağımı düşünüyorum, birilerine vermeyi planlıyorum.
Bahçelievler’de yürürken Fatih Koleji’ni görüp içeri girmem ve niyetimi okul müdürü ile paylaşmamla bu ana kadar geçen zaman takribi 3-4 ay. Sona yaklaştım. Pedagojik formasyon eğitimim bitmek üzere ama hiçbir okula öğretmenlik için başvurmuyorum. Nerede öğretmenlik yapacağımı biliyorum çünkü: Afrika’da.
Yurt dışı aday öğretmenlerinin bir kız öğrenci yurdunda 2 günlük kampa alınacağını, benim de katılmam gerektiğini söylüyorlar son olarak. 2 günlük kampta değişik ülkelere gidecek gençlerle aynı sofraya oturuyor, aynı duyguları paylaşıyorum. Ama benim gibi birçoğunun nereye gideceği henüz belli değil. Aslında gideceğimiz de kesin değil. Son cümle henüz söylenmiş değil yani. O kampta sadece ağladığımı hatırlıyorum. Herkes uyurken ben gözyaşları içerisinde Kur’an okuyordum. Nereden geldiğini bilmediğim bir sema dolusu yağmur yüklü kara bulut içimde fırtınalar koparıyordu. Peçeteler ıslanıyor, peçeteler ıslanıyor... Mahremimden çıkmasını istemediğim ağlamalarım sesimi kısmaya çalıştıkça dur durak bilmiyordu. Halime şahit olan birkaç kişi, “İnşallah gidersin abla” diye o an benim için en kutlu olan duayı dillendiriyordu hüzünle. İnşallah, diyordum, inşallah…
Tüm bu sürecin sonunda an itibariyle gideceğimden hiç şüphem yok. “Gidiyorsun” haberinin sözlü olarak iletilmesini bekliyorum. Hatta ben ruhen Afrika’ya gitmiştim ve orada yaşamaya başlamıştım bile. Ben Türkiye’de değildim, ben İstanbul’da değildim, ben ailemin yanında değildim… Ben ruhen gitmiştim. Bunun sözlü olarak tebliğ edilmesini bekliyordum sadece.
Birkaç gün sonra bir öğlen vakti eve doğru yürürken beklenen telefon geldi. Arayan bir bayan. “Sizi yurt dışında görevlendiremeyeceğiz. İstanbul’daki bir okulumuzda görevlendirmek istiyoruz. Bunun için sizi arayacaklar” diyor. Bu ses ne diyor!! Duyduklarıma inanamıyorum. Tam bir şok. Ve koca bir boşluk. Bana ait olan hiçbir şeyin ayakları yere değmiyor. Duygularım havada, düşüncelerim havada, sevincim havada, ümitlerim ve hayallerim havada… Koca bir boşluk. Çoktan Afrika’da ruhen yaşamaya başlamış olan ben, tam bir mekansızlık içerisindeyim: ne Afrika’dayım ne de Türkiye’de. Anı algılayamıyorum; bu İstanbul’u, bu Türkiye’yi, bu sokakları, bu Türkçe sesleri algılayamıyorum. Hızla eve gittim; hemen, hiçbir şey düşünmeden yatağa uzandım. Hep romanlarda okuduğum “bedenin kurşun gibi ağırlaşması” tasvirini ömrümde ilk defa yaşadım. Sanki kalkıp, kalkabilip baksam yatağın ortasının çökmüş olduğunu görecektim. Bundan emindim: Bedenim o kadar ağırdı ki yatağın ortası kesin çökmüştü… Hissizlik ve düşüncesizlik içinde dalıvermişim: rüyamda birileri arabalara binip bir yere gidiyor, ben ise gidemiyorum ve müthiş bir şekilde ağlıyorum…
Bu şoku atlatmam birkaç gün sürdü. Neden, diye sordum hep? Neden? En zor bölgeye, Afrika’ya gitmek istedim onlardan ve hiçbir şey istemiyorum dedim. Neden olmadı?
Yurt içindeki okullarında görev yapmam için arayan şahsa da “Yurt içinde olduktan sonra görev yapabileceğim onlarca okul ve camia var. Ben sizi Afrika’ya gitmek, oralarda Allah’ın dinini temsil etmek için istemiştim” diyerek reddettim. Bir süre sonra da vardır bunda da bir hayır, Rahman dilemedi demek ki, Allah şahit ki ben her bir hücremle Allah için gitmeyi istedim, diyerek kendimi teskin ettim. Ve yeniden ülkemi, şehrimi, kendimi algılamaya başladım. Özlediği iyiye ulaşamayıp vasata razı olmuşun yarım rızasıyla yeniden nefes almaya başladım. 4 aydır tuttuğum nefesi derin bir ahla bırakıp, eski hayatımı kaldığı yerden sürdürdüm…
recep.kocakk@gmail.com