Ecdada yaklaşık yarım asır payitahtlık yapmış Bursa’ya uzun zamandır gitmemiştim. Bu yüzden -hele de öğrencilerimle birlikte gitme imkânı doğunca- fırsatı kaçırmayayım dedim. Saat 7.00’de başlaması gereken yolculuğun bir saat kadar gecikmesi bile moralimizi bozmaya yetmedi. Otobüse biner binmez âdetim olduğu üzere yolculuk dualarımı ettim ve unutmamak için ta akşamdan kıyafetlerimin yanına koyduğum “Beş Şehir”i elime aldım. Tanpınar bu her okunuşunda size ayrı bir güzellik keşfettiren eserde Bursa bahsine Evliya Çelebi’den ödünç aldığı ifadeyle başlar: “Bursa ruhaniyetli bir şehirdir.” Ve ilerleyen sayfalarda şehrin bir canlı gibi nefes aldığını söyleyerek devam eder. Elhak öyledir.
Şu ya da bu sebeple birçok şehirde bulundum. Asırların birikimiyle, zaman içinde şehirleşen bu mekânların hepsinin kendine mahsus bir havası vardır ve hepsinin soluk alıp verdiğini hissedersiniz. Erzurum, dağ başında bir medresede tefekküre dalmış bir derviş gibi derin ve sessiz nefesler alır. Edirne, bir nöbetçi gibidir, dikkatli ,yalnız ve hüzünlü. Antakya; ağır, sıcak, ehl-i keyif ve şen. İstanbul, her dem nefes nefese… Büyük kentler içinde bir tek Ankara’nın nefes alıp verdiğini hissetmemişimdir. Düzenli ve yaşanabilir bir kent olmasına rağmen Ankara, hayat sahibi değildir. Çünkü Ankara zaman içinde kendiliğinden şehir olmamış, şehir yapılmıştır.
Bursa’ya ilk kez yirmi üç yıl önce gitmiştim. Henüz tüm metafizik yetenekleri gelişmemiş bir çocuk muhayyilesinde o yıllardan geriye Yeşil’de kılınan bir sabah namazı kalmış o kadar…
Daha sonra birkaç kez Ege’ye gitmek için geçtim Bursa’dan, ama şehre hiç uğramadan. Fakat bu transit geçişlerde bile, şehre tam karşıdan giren yolun sunduğu ufku neredeyse tamamen kaplayan eşsiz peyzajın efsunlu havasına hayran kalırdım. Ancak bu gidiş benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Yol yine şehre tam karşıdan girmektedir, fakat o büyülü yeşil manzaranın tam orta yerinde şimdi bir otel inşaatı bir bıçak yarasının güzel bir yüzü mahvetmesi gibi yükselmekte ve sizi daha şehre girerken alacağınız zevkten mahrum bırakmaktadır. Bursa belediyesinde hiç mi şehircilik uzmanı çalışmaz merak etmemek elde değil doğrusu.
Şehirdeki ilk durağımız saat 11.00 gibi vardığımız Ulu Cami oldu. Osmanlı mimarisinin Sinan’ın o boy ölçülemez dehasıyla bir imparatorluk sanatına dönüşmesinden yaklaşık bir buçuk asır önce miladi 1399’da yapılan cami, bahçesine girdiğiniz andan itibaren bir huzur adacığına dönüşüyor. Caminin önünü dolduran satıcı, ziyaretçi, turist kalabalığına rağmen her tarafa sükûnetin o tanıdık havası hâkimdir. Lakabını sonuna kadar hak eden Yıldırım Bayezid’in Niğbolu için adağı olan yirmi caminin yerine geçsin diye yirmi kubbeli olarak yaptırdığı mabed ismi çok bilinmeyen mimar Ali Neccar’ın eseri. Evliya Çelebi Seyahatname’de bu mimarla ilgili hoş bir rivayet aktarır bizlere. Rivayete göre Ayasofya’nın ilk minaresinin kaidesi, Ali Neccar’ın eseridir. Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye göre; İstanbul’un fethinden birkaç yıl önce; Bizans İmparatoru, depremde zarar gören, Ayasofya’nın kuzey duvarının tamiri için Fatih’ten yardım talep etmiş, Sultan bunun üzerine Ali Neccar adlı mimarını İstanbul’a göndermiştir. Bu mimar, eklediği istinat duvarlarıyla Ayasofya’yı yıkılmaktan kurtarmış, ayrıca bir istinat duvarının içine 200 basamaklı bir de merdiven yapmıştır. İmparator merdivenin sebebini sorduğunda: “Kurşunluğa çıkmak için…” cevabını veren mimar, Edirne’ye döndüğünde, sultana şöyle demiştir:
“Sultanım, dört payanda ile Ayasofya’nın kubbesini kurtardım, tamir vazifesi bana kısmet oldu. Fetih vazifesi ise size düşüyor. Hatta yapacağın minarenin temelini de hazırladım ve üzerinde ilk namazıda ben kıldım.”
Duvar kalınlığı zaman zaman iki metreyi aşan caminin içinde beş bin kişi aynı anda ibadet edebiliyor. Ulu Cami içerisinde en fazla hat eserini barındırmakla maruf bir mabeddir. Bir zamanlar sayısı yüz altmışı geçmiş olan levhalarda geriye şimdi yüz otuz iki tane kalmış. Hünkâr mahfilinin hemen yanındaki “İnsanlar arasında adaletle hükmet.” (Nisa 58) levhası kendisine güç emanet edilenlere ilahi bir uyarı olarak hala durmaktadır. Yıldırım da Çelebi Mehmed de her kıyamda bu ikazı görerek kuvvetin hak için olduğu hakikatini hatırlamışlardır. Caminin dört bir tarafında yer alan “vav” levhaları dikkatimizi çekiyor. Rehberimizin izahı başka bir inceliğin kapılarını açıyor bize. Camide yedi adet “vav” levhası var. Meğer bu levhalar bir hadise işaret imiş: "Yedi “vav”dan sakınınız, ihtiyaç olmadığı halde “vav”ların işaret ettiği mesleklere yönelmeyiniz." Vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek gibi… Bu levhaların bu camide bulunması da anlamlıdır çünkü Ulu Cami şehrin önde gelenlerinin ve yöneticilerinin namaz kıldıkları camidir ve bu, levhalar onlara yaptıkları işlerin hassasiyetini günde beş kez hatırlatmakta onları hataya sapmamaları konusunda uyarmaktadır.
Ulu Cami, size birçok eski fotoğraflar gösteren bir zaman çekmecesi gibidir eğer bakmasını bilirseniz. İşte şurada adı dünya durdukça anılacak olan Süleyman Çelebi merhum, bir sütuna yaslanmış Mevlid adıyla bilinen eserini yazmanın yorgunluğuyla gözleri kapanmış, kim bilir belki de rüyasında şefkatle başı okşanmakta. Biraz ileride kendine denk bir cihangirle kavgaya tutuşacak Yıldırım, Timur karşısında zafer için dua etmektedir. Mihrabın karşısında diz çöken Çelebi Mehmed devletin dirliğini yeniden sağlayabildiği için şükretmektedir, kardeşleriyle çarpışmış olmanın hüznünü de unutmadan.
Çivi ya da yapıştırıcı kullanılmadan tamamen geçme tahtalarla imal edilen minberdeki güneş sistemi resmini de gördükten sonra Ulu Cami’ye veda vaktimiz geliyor. Rehberimiz bizi fazla dinginleşmiş görmüş olmalı ki alış veriş yapıp biraz canlanmak için Koza Han’ın yolunu tutuyoruz.
Eski zamanlarda; Cedid-i Evvel, Şimşek Hanı, Beylik Kervansarayı, Beylik Hanı, Cedid-i Amire ve Yeni Kervansaray gibi farklı isimler alan Koza Han, 1491 yılında Sultan II.Beyazıd tarafından dönemin en iyi mimarlarından Abdül ula bin Pulat Şah`a İstanbul`daki eserlerine vakıf olarak yaptırılmış. Geniş, dikdörtgen bir avlunun çevresindeki iki katlı olan hanın tam ortasında küçük ama asil duruşlu bir mescidin altında serinlik dağıtan şadırvan. Mağazalarında kaliteli, çeşitli ipek kumaşlar, ipek eşarplar, ipek şallar, konfeksiyon ürünleri, aksesuarların yanında sanatsal ürünler, çeyiz ve ev tekstili ürünleri, gümüş ve değerli hediyelik eşya gibi çok çeşitli ürünler satılmakta. Gümüş tutkuma yenilip hatıra olsun diye gümüş bir yüzük alıyorum. Alış veriş merakıyla dört bir yana dağılmış çocukları toparlayıp “Yeşil”e doğru yola çıkıyoruz.
Yeşil Camiyi en son 1988’de görmüştüm. Orda kıldığım sabah namazı aradan geçen yirmi üç yıla rağmen hafızamdan silinmemiştir. Bu hatıranın heyecanıyla geldiğimiz Yeşil’de bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Yenileme çalışmalarının devam ettiği caminin içinde inşaat iskeleleri vardı. Biraz hayal kırıklığına uğramadım diyemem ama Yeşil beni yine de etkiledi. Girişteki kitabenin bize söylediğine göre bu mabed Sultan Çelebi Mehmed’in emriyle Hacı İvaz Paşa tarafından yaptırılıyor. Ne var ki Çelebi’nin ömrü eserin bittiğini görmeye vefa etmemiş ve cami ancak 2.Murad zamanında 1422’de tamamlanabilmiştir. Şimdi Çelebi Mehmed, caminin hemen üstünde yer alan Yeşil Türbe’sinde kendi emriyle yapılan camiden okunan ezanları dinleyerek huzur ve huşu içinde yatmaktadır.
Yeşil Türbe’nin yapım emrini veren de bizzat Çelebi Mehmed’dir. Genç sayılabilecek bir yaşta geçirdiği felç yüzünden öleceğini anlayan padişah türbenin yapımını emreder. Türbe sultanın ölümünden kırk gün önce biter. Oğlu Murad, Amasya’dan gelene kadar ölümünü saklanmasını emredince defnedilmesi kırk gün daha gecikir. Murad gelip tahta geçince de merhum Sultan Bursa’da yaptırdığı türbeye defnedilir. Osmanlının bu ikinci kurcusuna veda edip ilk kurucuları ziyaret etmek üzere Tophane semtine hareket ediyoruz.
İlk durağımız Orhan Gazi türbesi tophane semtinde, Tophane Parkı girişinin sağında, Osman Gazi Türbesi’nin karşısındadır. Bir zamanlar iki türbe de aynı çatı altında imiş ancak, 1855 yılındaki deprem bu birlikteliğe son vermiş. 1863 yılında türbeler Sultan Abdülaziz tarafından yenilenmiş. Türbelerin eski hallerini göremediğim için üzülüyorum. Geleneksel mimarinin yerini köksüz ve özenti bir batılı mimariye bıraktığı döneme ait bu türbeler sadece Osmanlının bu iki kurucusuna yakışmamakla kalmıyor, geleneksel türbelerin verdiği “ölümün de hayatın bir parçası olduğu” mesajından da bizi mahrum bırakıyor. Eşi Nilüfer hatun ve oğlu Kasım Çelebi ile kızı Fatma, Orhan Gaziyle birlikte bu türbede yatmaktadır.
Osman Gazi türbesi oğlununkinden biraz daha yüksekte. Bu durumun Orhan Gazi’nin babasının ayağı altına defnedilmeyi vasiyet etmesinden kaynaklandığı söylenir. Ulu Osmanlı Çınarı’nın göğsünden çıktığı bu zirve isim, alınmasını oğluna vasiyet ettiği şehre hâkim bir tepede vazifesini yerine getirip emaneti sahibine teslim etmiş insanların iç huzuru ile yatıyor. Türk tarihinde eşsiz bir sayfa açan ecdadın şanlı temsilcisinin huzurunda huşuyla eğilip Tophane’den ayrılıyoruz.
Altı saatlik yoğun ve hızlı bir gezi bizi epey yormuş. Bu şehirde bizi canlandıracak bir tek şey var. Nihayet İskenderler masaya geliyor. Çatal seslerinden başka bir ses işitilmiyor mekânda. Beni sorarsanız var oluşun sırrını bulmuş edasındayım. Yemek bitince Cumalıkızık’a gidecek gücü toparlayabiliyoruz sonunda.
Bir vakıf köyü olarak kurulan köyde, tarihi doku çok iyi korunmuş ve Osmanlı erken döneminin kırsal kesim sivil mimari örnekleri günümüze ulaşmayı başarmış. Bu yüzden çokça ziyaretçi çektiği gibi televizyon ve sinema dünyası için de doğal bir plato. Cami ve yanındaki Zekiye Hatun çeşmesi Osmanlı döneminden kalma. İkindi namazı için girdiğim cami iyi niyetin bazen kötü sonuçlar da doğurabileceğini gösteriyor. Ahşap sanatının güzel örneklerinin sergilendiği caminin mihrabı, minberi ve bütün ön tarafı kim bilir hangi müteşebbisin gayretiyle yenilenmiş, ama son derece zevkiz bir üslupla ve o dönem köy camilerinde asla görülmeyen yeşil çinilerle. Zaten çinilerin Kütahya Seramik olduğunu anlamak için uzman olmaya da gerek yok.
Pazardaki güler yüzlü teyzelerle sohbet edip, gönül alma kabilinden bir iki şey alıp bol bol da fotoğraf çektirdikten sonra durağanlığın gözle görünür derecede cisimleştiği bu köyden ayrılıyor ve bütün kargaşasına rağmen sevdiğimiz İstanbul’a dönmek üzere yola çıkıyoruz. Tabi yoldan kestane şekeri almayı unutmadan…