Önceki akşam hemen hepsi medyaya bir biçimde bulaşmış birkaç dostla, krize rağmen müşterisi eksilmeyen İstanbul'un ünlü bir restoranında oturmuş sohbet ederken aklıma bir kez daha geldi: Son on yıl içerisinde 'gitti-gidecek' diye en fazla spekülasyon yapılan gazetecilerden biriyim ben...
Sonuç ortada: Söylentilere ve tekliflere rağmen olduğum yerde sımsıkı duruyorum.
Hıncal Uluç geçenlerde ayrılan Ergun Babahan'ın yerine Sabah'ın başına benim getirileceğim söylentisi çıktığını yazdı. Herhalde çıkmıştır. Pek çok kişi de yazdıklarım ve söylediklerimi bir yerlere -genellikle de bir gazetenin yöneticiliği oluyor bu 'bir yer'- gelmek için özel çaba sarf etmem olarak yorumluyor. Sabah'ın tepesini teşkil eden birileriyle mi yolum kesişti, ya da ülkemizin en büyük medya patronuyla seyahate mi çıktım, patronu mu ağırladım, hemen ertesinde 'transfer' beklentisi içeren değinmelerle karşılaşıyorum.
Acaba Hürriyet'in veya Sabah'ın yayın yönetmenliği teklif edilse teklifin üzerine atlar mıyım?
Böyle bir teklif alacağımı sanmıyorum; teklif gelirse kabul etmeyeceğimi ise biliyorum. Yayın yönetmeni olmak 'iddianı ispatlamak' ile yakından ilgilidir. Bu sebeple, bir yere getirilen bir insanın iddiasının en fazla sürdüğü ilk beş yılla sınırlı sayılır o görev. Görevin sahibi o süre içerisinde iddiasını ya ispatlamıştır, ya da başarısız olmuştur; başarısız olan tutulmaz, iddiasını ispatlamış olandan da daha iddialı ve daha genç bir meslektaşına yol vermesi beklenir...
Kendi hesabıma o görevi iki kez yüklendim: 1984 yılı sonlarında Milli Gazete, 1986 Kasımı sonrasında Zaman gazetesi... İlki üç ay, ikincisi bir yıl sürdü. 'Heves' işiyse o tür bir görev, ben hevesimi en uygun çağımda aldım. Büyük bir gazetenin yayın yönetmenliğini üstlenmek gibi bir iddiayı, sebepleriyle birlikte, çoktan geride bıraktığıma inanıyorum.
Rahmetli annem, ileri yaşında kendilerinden çocuk bakması beklenen yaşlı kadınlara eziyet yapıldığına inanır ve şu kanaatini paylaşırdı: “Yaşlı kadının çocuk bakması doğru bir şey olsaydı oğlum, Allah yaşlı kadının çocuk doğurmasını da sağlardı.” Yaşlanıp kıdem aldıkça insanların mesleki doyumu (veya başarısızlığı) da son kerteye ulaşıyor; doygun birini önemli bir göreve getirmek kadar yanlış bir iş olmadığını sanıyorum.
Anlatamadıysam, daha açık ifade edeyim: Kimsenin koltuğunda, hatta sütununda gözüm yok benim... Bulunduğum yerden, yaptığım ve yapmadığım işlerden olağanüstü mutluluk duyuyorum. Şimdiki yükümlülüklerimin azalacağı günleri de iple çekiyorum. Hep başkaları için düşünüp başkaları için kalem oynatacak değilim ya, kendim için okumak-yazmak, etrafım için daha tatmin edici işler yapmak istiyorum.
Çok satan gazetelerde yazı yazmak herhalde keyiflidir. Ancak bugünün dünyasında daha çok satan gazetede yazmak ile daha çok kişi tarafından okunmak aynı şey değil; hele itibarın yazılan gazetenin kimliğiyle hiçbir ilintisi yok. Yerli-yabancı kurumlar tarafından yapılmış araştırmalarda 'en beğenilen yazarlar' sıralamasına bir göz atıldığında bu gerçek hemen keşfediliyor.
Hürriyet, Sabah gibi çok satan gazetelerde yazıp da o sıralamalarda ilk 100'e giremeyenler var, biliyor musunuz? 50-60 yıldır sütun sahibi olduğu halde kendi yazıp kendi okuyanlar hiç de az değil.
Peki o tipler nasıl ayakta kalıyorlar?
Yayın grupları 'itibar' ve 'imaj' araştırmasına düşkündür. Patronlar gazeteleri ve yazarlarının okunma durumunu da yoklatırlar kendileri için araştırma yapanlara... Genellikle bu özel bilgiler kasalarda saklanır. Ayrıca internet sitesinde 'tıklanma' rakamı da yazarların okunup okunmadığı için bir göstergedir.
Okunmayan yazarlarını neden gözden çıkarmaz patronlar?
Bu durumu ben 27 Mayıs (1960) darbesini yapanların kurduğu medya düzeniyle açıklıyorum. Öylelerine 'kayd-ı hayat şartıyla' yazarlık sözü verilmiş olmalı. Yayın yönetmenleri değişiyor, her yeni gelen kendi kadrosunu oluşturma niyetiyle koltuğuna oturuyor, ilk tasfiye girişiminde patrondan “Ona dokunma, buna da...” uyarısını alıyor.
Şu aşamada benim için önemli olan, yıllar boyu okurlarımla kurduğum yakın irtibatı sürdürebilmektir. Ne gazete yöneticiliğinde, ne de bir başka gazetenin yazarlığında gözüm var benim... Patronlarla ilişkilerim de kişisel beklentilerim üzerine oturmuyor; siyasetin, iş dünyasının ve medyanın büyük patronlarıyla eşit düzeyde ilişki kurabilmeyi bu beklentisizliğim sağlıyor işte...
Her yazının bir muhatabı olur; ben de bu yazıyı uykusunu kaçırmış olabileceğim birileri artık rahat etsin, daha fazla anti-deprasan kullanmasın diye yazdım.