'Kulampara sarması' başlıklı Kulis'i hatırladınız mı? Anayasa Mahkemesi kararı henüz ufukta görünmezken kaleme aldığım o yazıda, Ak Parti'nin durumunu, Demirel'in bir zamanlar ünlendirdiği benzetmeyle açıklamaya çalışıyordum.
Deyimin ne anlama geldiğini tam bilmediğimi itiraf ederim. Hiçbir kurtuluş yolu bulunmayan, kene gibi yapışıp sonunda mutlaka öldüren bir süreci anlatıyor herhalde. Ak Parti de son randevuya doğru yavaşça yol alıyor...
Ankara siyasetini yakından izleyen biri, "Yanlıştasın" dedi bana. Ona göre Anayasa Mahkemesi'nin kararı benim düşündüğümün tersine Ak Parti'nin kapatılmayacağına işaret ediyormuş. "Lüzum kalmadı ki partinin kapatılmasına; mahkeme tarafından çizilmiş sınırlar içerisinde kalarak yoluna devam eder" diye aktardı kendisine göre durumu.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın yakınında da bu yolda görüş açıklayanlar olduğunu sanıyorum. İlk işittiğinizde kulağa hoş gelen bir yorum bu... Benim ise, yorumu duyar duymaz, kuşkularım daha da arttı. Umut veren, gönül okşayan, vaat eden görüşleri daha bir hoşgörüyle dinliyor insan ve gönlü de o görüşe kayıyor.
Anayasa Mahkemesi'nin farklı bir süreç başlattığına ve bu sürecin yalnızca Ak Parti'yi değil CHP'yi de dönüştürmeden durmayacağına inanıyorum ben. Ak Parti'yi bir daha eski gücüne kavuşamaz hale getirmeyi amaçlıyor süreç; CHP'den de Putin'i Rusya'da tek adamlığa taşıyan politik gücün bir benzerini çıkarmayı hedefliyor. Sürece destek verenlerin istedikleri, Türkiye'de de Putin gibi bir liderin ipleri ele alması...
İşin komik tarafı şu: Michael Rubin, askerler tarafından konferans vermek üzere çağrıldığı İstanbul'dan Rupert Murdock'un Wall Street Journal (WSJ) gazetesine yazdığı yazıda Tayyip Erdoğan'ı Putin'e benzetiyor. Yazının başlığı bile yeterince açıklayıcı: "Türkiye'nin Putin'i gitmeyi hak ediyor"
Sebep olarak verdiği çarpıtılmış bilgileri aktarayım da gülün: "Önce genel sonra yerel seçimlerde kazandığı başarılarla kendine güveni artan AKP, oportünistçe benimsediği demokrasiyi rafa kaldırdı. Devlet memuriyetine alınacak kişilerin siyasi sadakatini temin etmek için mülakat usulü başlattı ve kendi adamlarını adalet mekanizmasına yerleştirebilmek için ülkedeki yargıçların yarısını emekliliğe zorladı. Muhaliflerinin mal varlığına haksız yere el koymasına mahkemeler karşı çıkınca, Erdoğan mahkeme kararlarını uygulamadı."
Acaba kendisini Amerika'dan çağıran, yol parasını, İstanbul'daki ikamet giderlerini karşılayan askerler önünde de anlatmış mıdır Michael Rubin bu fantastik öykülerini? Herhalde muhatapları "Ya, öyle mi?" demişlerdir ilk kez duydukları bu yaveler için...
Michael Rubin ve diğer Neo-Çılgınları besleyen bir Türk işadamı var. Bankasına haksız yere el konduğuna ve mahkemelerin de haklılığını tasdik ettiğine inanıyor. "Nasıl olur?" diye sorduklarında Rubin'in WSJ yazısına sızan gülünç bilgileri aktarıyor olmalı o işadamı. Oysa bankasına 2002 öncesinde el konulmuştu ve Türkiye'de mahkemelerin verdiği kararları başbakanın uygulattırmaması mümkün değil. Yargı Meclis'in yetkisini yok sayabiliyor da, el konulan bankayı mı sahibine iade edemiyor?
Bu işadamının tezviratları ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in ofisine kadar uzanıyor ve Washington'daki kanlı-kansız senaryoların ardında da onun parmağı var. Bugün geldiğimiz noktada geçmişte bankası olan bu işadamının muazzam katkısını asla unutmamak gerekiyor...
Dick Cheney ve Richard Perle gibileri otelinde ağırlayan, Michael Rubin'lerin bir dediğini ikiletmeyen bankasına el konmuş bankacı da çalışmalarını hızlandırmış görünüyor; ama yalnız o değil bu süreci zorlayan...
İstanbul Dükalığı'nı oluşturan şişman kedilerden en şişmanları bir kenarda tüylerini yalayıp son kareyi bekliyorlar. Sürece en büyük katkıyı verenin ise bir medya patronu olduğu apaçık meydanda... Gizli-saklı değil bu iş zaten.
Ülkede politika raydan çıkınca, yüzde 47 oyun sahibi bir iktidarı işbaşından götürme yolunda başarı kaydettiklerini görenlerin dengeleri bozulur diye endişeleniyorum... Bu sürece seçtiği manşetler ve yazdığı yazılarla en büyük desteği atanlardan pos sosyolog sözgelimi, geçenlerde başlığından "Allah büyük müdür?" diye soran bir yazıyla çıktı okurlarının karşısına.
Denge kaybolunca pop sosyolog falan dinlemez, insanda hezeyan hali başlar, Allah saklasın...
Demirel'in öğrettiği türden sarmaya gelenler, kurtulmak için güç sarf ederken, "Sonunda nasıl olsa ben kaybedeceksem, başıma geleceği önlemem asla mümkün değilse, direnmenin ne faydası var?" diye düşünmeye mi başlıyor acaba?
Bu süreç sonunda herkesi bozacak.