Son PKK saldırısından sonra Türk ordusu Kuzey Irak'a girdi. 25. sınır ötesi harekât yapılıyor.
Bu ikinci büyük ve kapsamlı bir harekât olma niteliğini taşıyor.
Olayın güvenlik ve askerî boyutu nasıl gelişir, bunu önümüzdeki günlerde anlayacağız. Ancak siyasi yanı ve genel olarak Kürt sorunuyla ilgili boyutu askerî boyutundan daha önemli.
Benim dört aydır altını çizdiğim husus şudur: 14 Temmuz Silvan baskınından bu yana süren terör saldırılarının stil ve tempoları öncekilerden farklılık gösteriyor. Adeta "terör fırtınası" başlamış bulunmaktadır. Saldırıları tabii ki PKK üstlenmekte, ancak farklılık gösteren stil ve temposuna paralel farklı mesaj ve anlamı da içermektedir. Peş peşe, ardı ardına, daha yakıcı ve sınırları aşan tarzda saldırılar bunlar.
14 Temmuz Silvan'dan bu yana bunaltıcı mahiyette süren saldırılarda birbiriyle örtüşme halinde iki faktör rol oynamaktadır. Biri iç, diğeri dış faktör.
İç faktör 12 Eylül referandumu ve 12 Haziran milletvekili seçimlerinde ortaya çıkan resimdir. "Kısmi anayasa" değişikliğine halkın yüzde 58'i "evet" dedi, şu anda da CHP, MHP ve BDP seçmeni dahil halkın yüzde 78'i yeni ve sivil bir anayasa yapılmasına destek veriyor. Bu bizim tarihimizde ilk defa ortaya çıkan en yüksek düzeydeki toplumsal talep ve iradedir.
12 Haziran seçimlerinin iki kazançlı partisi oldu: AK Parti ve BDP. AK Parti'nin yüzde 50 oy alması ve BDP'nin desteklediği 36 bağımsız milletvekilinin seçilmesi yeni anayasa yapma sürecine ilave toplumsal-siyasi güç ve irade kattı. Ancak sonuçtan sadece CHP ve MHP değil, PKK da hoşnut olmadı. Zira eğer Kürt siyaseti ve talepleri büyük destekle Meclis'te BDP tarafından dile getirilecekse ve bu talepler yeni bir anayasa yapımında etkili olacaksa, yapılacak şey Meclis'te olmak, süreci işletmek ve bir an önce yeni bir anayasanın yapımına aktif olarak katılmaktır. Ancak öyle olmadı, BDP Meclis'i boykot etti. Eminim BDP daha çok vekil çıkarsaydı PKK daha çok hoşnutsuz olacaktı. BDP Kürt taleplerinin meşru/kanuni temsilcisi rolünü oynayıp da yeni anayasa yapımında rol oynayacaksa PKK'nın sonucu beklemesi lazım. Bu ise PKK'yı hem işlevsiz kılar hem yeni bir anayasa ile Kürt sorununa getirilecek nihai çözümde örgütün akıbetinin ne olacağı sorusunu havada bırakır. Bu belirsizlik -ve elbette çözüm istemeyen çevrelerin tehditleri eklenince- PKK'nın süreci baltalamasının önünü açmasını kolaylaştırdı.
PKK'yı şu anda doktrine eden akıl şunu dikte ediyor: "Türk ordusuna karşı en şiddetli savaşı yürüt, olabildiğince zayiat verdir, elin güçlenmiş olarak 'görüşme masası'na otur ki, seni tümden yok etmesinler, inisiyatif de tamamen BDP'nin eline geçmesin."
Devlet tarafından sürecin bu noktaya gelmesinde rol oynayan başka bir amile de işaret etmek lazım: "Kürt sorunu nihai olarak çözülecekse PKK'nın beş bin küsur elemanı ne olacak, üst düzey yöneticilere ne türden teminat verilecek", bu hiçbir zaman netlik kazanmadı. Belki gizli görüşmelerde önemli mesafeler alındı, ama kamuoyu bundan habersiz.
Türk kamuoyuna empoze edilen ana fikir şu oldu hep: "Önce PKK'yı dize getir, burnunu sürt, sonra alicenap bir eda ile masaya otur, aksi halde 'devlet' olma vasfını koruyamazsın". Bu fikri muhafazakâr-dindar yazarlar bile savundular. Halkla ilişkiler ve kamuoyu kaygısıyla hükümet tarafı bu yönde mesajlar verdi, bu da PKK tarafındaki şahin grubun elini güçlendirdi. Oysa Öcalan ve PKK yöneticileri ile MİT arasında süren görüşme metinleri devletin asıl tutumunun böyle olmadığı, her ne olursa olsun 'kanı durdurup' çözüm aradığını gösteriyordu. Bu sağlıklı devlet aklıydı.
Bugün hâlâ bazıları hükümete "PKK'ya en ağır darbeyi indirmedikçe masaya oturulmaz" aklını vermeye devam ediyor. Kısaca iç faktör çerçevesinde hem devlet hem PKK canibinden her iki tarafta "ezdikten sonra masaya otur" doktrini hakim.
1984'ten beri ilk defa bu hükümetle çözüm yönünde ciddi bir irade belirdi. Ancak gereksiz yere yapılan hatalar süreci bu noktaya getirdi. İçimiz yanıyor.
Dış faktörün payı ise yukarıda anlattığımız iç faktörden çok daha belirleyici: Bu da doğrudan Suriye politikamızda değişen tutumumuzla ilgili.