Krizler aslında eski dengelerin bozulduğu, yeni dengelerin oluştuğu tarihi süreçlerdir. Bu tür kırılmalar, tünelin girişindeki resimle, çıkışındaki resmin geceyle gündüz kadar ayrışabildiği; böyle bir türbülansa ‘dev’ olarak girenlerin ‘cüce’, ‘cüce’ olarak girenlerin ise ‘dev’ olarak çıkabildiği olağanüstü hallerdir. Büyük savaşlar, büyük felaketler ve büyük krizler, “yeni bir dünyanın kurulduğu ve birilerinin de orada [baş köşede] yer aldığı” tarihi değişim anlarıdir.
Eski Fed başkanı Greenspan tarafından “böylesi ancak yüzyılda bir görülür” diye nitelenen, şiddeti itibariyle 1929-33 Büyük Ekonomik Buhranına benzetilen küresel kriz sonrası dünya acaba nasıl şekillenecek? Lehman’dan bir yıl sonra, çıkış emarelerinin ufukta seyrettiği küresel kriz sonrası dünyayı iyi tahlil etmek, bölgesel güç olma yolunda önemli mesafeler alan Türkiye için büyük bir önem arz etmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri şu anki tahtına krizler sonrası oturmuştu. 19. yüzyıl sonlarında, ABD dünyada esamesi okunmayan uzakta ve yanlız bir ülkeydi. İç sıkıntıları Amerika’yi uzun bir süre küresel güç olmaktan alı koymuştu. O zamanlar İngilizler hala dünyanın lideriydi. 1890’da, Amerika eski efendisini ekonomik olarak yakalamıştı, ama hala askeri ve diplomatik açıdan ikinci sınıf bir ülkeydi. Askeri gücü Yunanistan’ın bile gerisinde, dünyada ancak 14. sıradaydı. ABD, o zaman ekonomik güç olarak İtalya’nin 13 katıysa da, donanması çizmenin sadece 8 de 1’i kadardı.
Uluslararası kongrelerde pek gözükmez, diplomatları küresel meselelerde ‘küçük oyuncular’ olarak görülürdü. Aynı şekilde, Amerika içinde Washington küçük, yerel ve etkisiz bir kasabaydı; yönetimi sınırlı bir güce sahip, başkanlığı neredeyse sembolik ve ehemmiyetsizdi. Amerikan yönetiminin içeride ve dışarda itibar kazanması için, uzun yılların geçmesi, önemli iç değişikliklerin olması ve derin uluslararası krizlerin çıkması gerekiyordu. Ancak yeryüzünün gördüğü en büyük ekonomik buhran ve iki dünya savaşından sonra, Amerikan federal yönetimi dışarda ve içeride nüfuzunu artırabilmiş ve otoritesini tesis edebilmişti.
Tarihi bakımdan, ABD (askeri ve ekonomik) küresel krizlerin bir ürünüdür. O zaman, şu anki küresel kriz acaba dengeleri değiştirip, Amerika’yi tahtından edebilir ve yeni bir dünya lider(ler)i doğurabilir mi?
Princeton Üniversitesi öğretim üyesi John İkenbery’e göre, “ikinci dünya savaşına müteakip tesis edilen yeni dünya düzeni, küresel ticaretin genişlemesine, yeni güçlerin [barışçıl] çıkışına, işbirliği ve ihtilaf çözümüne müsade etmektedir. Bugünkü nükleer dünyada, herhangi bir ülkenin, küresel dengeleri değiştirmek, rakiplerine üstünlük sağlamak için askeri maceralara girişmesi intihardan farksızdır. Dolayısıyle, modern dünya düzeni, katılımı çok kolay, ters yüz edilmesi ise çok zor bir sistemdir”.
Öyle görünüyor ki, bugünkü yerleşik düzende, yükselmek ‘kaba güçle’ değil, ancak ‘yumuşak güçle’ mümkündür. Hatırlanırsa, geçen aşır Almanya ve Japonya’nın yükseliş denemeleri, yerleşik düzene meydan okuma şeklinde olmuş, kendilerine ve dünyaya çok pahalıya mal olmuştu.
Geçen sene PASİAD’ın düzenlediği bir iftarda, Viyetnam’ın Türkiye elçisi, 19. asrın bir “Avrupa Çağı”, 20. asrın bir “Amerikan Çağı” olduğunu, 21. asrın ise bir “Asya Çağı” olacağını iddia etmişti. Asya’da son yıllarda gerçekten büyük bir kıpırdanma var.
Bir çoklarına göre, yeni küresel güç adayı Çin’dir. Mevcut konjektürü (şimdilik sorgulamayan ama) çok iyi okuyan aday Çin, uzun bir müddettir “barışçıl yükseliş” adını verdiği bir politika gütmektedir. Kimseyle kötü olmak istememekte, bütün enerjisini ekonomik büyümeye vermektedir. Cin’in mallarını satabilmesi ve büyük bir ekonomik güç olabilmesi için büyük pazarlara ve yüksek teknolojiye ihtiyacı vardır.
O yüzden, Tayvan meselesi haric, Amerika ve Avrupayla ters düşmekten kaçınmaktadır. Hatta, kimilerine göre Çin daha düne kadar münferit bir dış politika sabibi bile değildi. BM Güvenlik Kurulunda veto sahibi bir ülke olmasına rağmen, bu kapitalini yıllardır Amerikanın hizmetinde kullanmış; ayrıştığı konularda bile, ancak çekimser kalmıştır.
Çin’in strateji uzmanları, devletin “barışçıl yükseliş” parolasındaki “yükseliş” kelimesinin bile egemen güçleri rencide edebileceği ve bir tehdit unsuru olarak algılanabileceği düşüncesiyle, Singapur’un efsanevi lideri Lee Kuan Yew’in tavsiyesiyle, artık “yeni rönosans” veya “barışçıl kalkınma” terimlerini kullanmaktadır.
Çin, halkını “harmonik büyüme” konusunda bilinçlendirmek için, 2007’de 12 dizilik “Büyük Milletlerin Yükselisı” adlı bir TV programı hazırlamıştır. Osmanlı’dan ABD’ye 9 büyük gücün tarih sahnesine çıkış öyküsünü işleyen bu dizilerde Çin’in çıkardığı ders, militarist, emperyal ve saldırgan girişimlerin bir çıkmaz sokak olduğu ve küresel güce giden yolun “imparatorluktan” değil, “pazarlardan” geçtiğidir.
Dersine çok iyi çalışmış gözüken Çin, son 30 yılda doğudan batıya hafsalaları zorlayacak önemli mesafeler almıştır. Çin 1978’de bir yıl boyunca yaptığı ihracatı bugün bir günde yapmaktadır. Bu süre zarfında, ekonomisini her 8 senede bir ikiye katlamış, bir kaç sene önce İngiltere’yi, bu sene de Almanya’yı geçerek, dünya üçüncülüğüne tırmanmıştır. Avrupa’nın ekonomik olarak 200 yılda yaptığını, Çin sadece otuz yılda başarmıştır.
Ünlü gelişme ekonomisti Jeffrey Sachs’e göre, “Çin dünya tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı kalkınma hikayesidir!” Japonya’nın yükselirken bölge ülkelerinde bir “yan sanayi” oluşturduğu gibi, Çin de bu görkemli çıkışı esnasında çevresinde önemli refah halkaları oluşturmaktadır. Mesela, 2003’de Amerika’yı geçerek, Japonya’dan en fazla mal ithal eden ülke olmuştur.
Asya ülkelerinin kendi arasındaki ticaret son zamanlarda o kadar artmıştır ki, etrafta Asya’nın batı ülkelerinden artık ayrıştığına ve dünyanın yeni ekonomik motoru haline geldiğine dair kanaatler dolaşmaya başlamıştır. Peki gerçek öyle midir?
Amerikan Türk Ticaret Odası (ATCOM) Başkanı