Siyasette tansiyonlar iyice yükseldi. Meydanlar hareketli. Siyasiler arasında neredeyse her gün yeni polemik konuları bulunuyor.
Seçim konuşmalarında sofraya sürekli getirilen, değişmeyen tek menü ise “Deniz Feneri Davası”.
CHP Lideri Deniz Baykal temcit pilavı gibi her gün ısıtıp sunuyor bu konuyu. Başbakan Erdoğan kendisinin de bu davanın bir parçası olarak takdiminden rahatsız, o da cevap veriyor.
Bahçeli ve diğer MHP yöneticileri bu konuyu kısa süreli ele aldılar, son zamanlarda –belki CHP ile aynı safta görünmekten endişe ettiklerinden- başka konuları gündeme getiriyorlar.
Saadet Partisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mehmet Bekaroğlu “cesur” çıkışlar yapıyor. Doğan medya grubunun özel ilgisi ile sürekli ekranlarda. Sürekli muhalefete uygun sert üslubuyla medyanın diğer kesimlerinin de ilgisini çekebilir aslında ama onlardan bir kısmı -son tahlilde-, “kimin değirmenine su taşımış olacağız?” sorusuyla yüz yüze gelip Bekaroğlu’na mesafe koyuyor olmalılar.
Bekaroğlu seçim çalışmalarına başlarken “Deniz Feneri” konusu ile başlamayı ihmal etmedi. Dosyaya hakim olmadığı, iyi çalışmadığı anlaşılıyordu ama bu konuda sarf edilecek harcı alem sözler bile pirim yapıyordu artık.
Seçim tahminlerine bakarak söylersek, Türkiye genelinde en yüksek oyu alması beklenen ilk üç parti dışındaki bir partinin genel başkanı da geçtiğimiz haftalarda ikide bir “Deniz Feneri”nden bahisle iktidar partisine yükleniyor, bu mümbit konu üzerinden oy devşirmeye çalışıyordu.
Söz konusu genel başkanın bu görevinden önceki yıllarında onunla tanışan ve “ağabey-kardeş” yakınlığında sayılabilecek bir genç adam aralarında geçen etkileyici ve ibretlik bir diyalogu aktardı.
Genç adam uzun zamandır Deniz Feneri gönüllüsüdür, bir dönem Derneğin personeli olarak da hizmetlerin içinde bulunmuştur. Deniz Feneri’ne yapılan saldırıların haksızlığı karşısında onun da yüreği yandığından yıllar öncesinden tanıştığı, şimdilerin genel başkanı ağabeyini uyarmak istemiş, “Bu konunun sizin tarafınızdan bilinmeyen yönleri var ağabey. Almanya’daki kuruluş ayrı bir dernek. Türkiye’yi ayırmadan konuştuğunuzda haksızlık etmiş olursunuz. Üstelik Almanya’daki derneğin başına gelenler de bir dizi siyasi ve ticari kaygı ile hazırlanmış karışık bir senaryonun sonucu” demiş.
Genel başkan Deniz Feneri Derneği’nin hiçbir merkezini görmüş değil. Herhangi bir projesi hakkında özel bilgi sahibi değil. Buna rağmen gayet kendinden emin ve rahat bir tavırla, bu konuya istediği zaman yine döneceğini ifade ettikten sonra, muhatabını müstehzi bir eda ile süzerek, “Ne yapalım, bu bir siyaset. Biz siyaset yapıyoruz, konuşuruz” demiş.
Bu sözler bana Deniz Feneri’nin isim babası hikâyeci-yazar Mustafa Kutlu’nun “Huzursuz Bacak” kitabından sarsıcı bir sahneyi hatırlattı. Hikaye kahramanının ağzından takip edelim:
“Çiseleyen yağmur altında uzun süre yürüdüm. Lanet yok, kahır yok, öfke yok, sadece ara sıra ‘Ne olacak bu memleketin hali’ diyorum. Şu yalama olmuş cümle işte.
Onu bir filmin unutulmaz sahneleri zihnimden silip attı. Marlon Brando'nun oynadığı "Baba" filmi. Yıllar geçti, sahneleri tam olarak hatırlayamıyorum, konuşmaları muhtemelen uyduruyorum. Filmi sanki yeniden çekiyorum.
Baba genç adamı düştüğü pislik kuyusundan çekip çıkarmıştır. Sıkı bir genç bu, baba onu seviyor. Oğlu Mayk ile aynı yaşta olmasalar bile Mayk onu bir ağabey gibi benimsiyor. Birlikte çok iş çeviriyor, çok vartalar atlatıyorlar.
Ve bir gün karşı çete bu adamı satın alıyor. Herkesin bir fiyatı vardır, değil mi?
Anlaşma babanın oğlunun kendi adamı tarafından öldürülmesi ve babada iyileşmesi mümkün olmayan bir yaranın açılması üzerine kurulmuştur. Adam Mayk'ı bir yere götürür. Mayk'ın adamdan şühelenmesi için hiçbir sebep yoktur. Yıllardır süren bir abi-kardeş ilişkisi.
Orada Mayk'ı tutar, bir sandalyeye bağlarlar. Mavk soran gözlerle ağabey dediği adama bakmaktadır.
-Hey, ne oluyor burada?
Adam donuk bir çehre ile elinde silah Mayk'a yaklaşır, omzunu tutar, bir mafya mensubunun anlayacağı dilden konuşur:
-Mayk, seni severim bilirsin, ama bu bir iş.
Bu bir iş. Bu bir iş. Anla beni.”
Seçimler yaklaştıkça “baba”nın yeni adamları çıkıyor meydana ve “Deniz Feneri”nden bahsetmeye başlıyorlar. Onlara daha “Ne oluyor, siz de kimsiniz?” sorusunu yöneltmeye fırsat bulamadan hep aynı cevabı alıyoruz: “Bu bir iş.”
Baykal’ın Kılıçdaroğlu’nu anlatmak için kullandığı kelime ile anlatırsak, “Bu konu tekin bir konu değildir. Yakın siyasi tarihimizde Deniz Feneri konusuna giren ve derneğe zarar veren kişilerin hayatlarında büyük değişimlerin meydana geldiğine dair anlatılan şehir efsanelerinde ciddi artış vardır.
Bir şehir efsanesi ile tamamlayalım yazımızı: Deniz Feneri’ne haksızlık eden, işlerini zorlaştıran, ona hak etmediği kötü muameleyi reva gören bir belediye başkanı bir sabah işe geldiğinde inanılmaz bir tablo ile karşılaşmamış mı?
Belediye başkanlığını yaptığı ilçenin yerinde yeller esiyormuş.
Üstelik bundan Deniz Feneri ekibinin haberi bile yokmuş. Onlar yardımla yatıp, yardımla kalktıkları için başkanı kötü muamelesinden dolayı kimseye şikâyet etmemişler de. Hatta başkan o ekipten kimse ile tanışık bile değilmiş.
Şehir efsanesi işte!