Benim memleketim Kayseri'nin Yeşilhisar ilçesi. Yılda bir sefer gitmeye ve sılayı rahim yapmaya gayret ediyorum.
Bir sefer Yeşilhisar dan İstanbul’a dönecektim. Ankara da askerliğini yapmakta olan bir arkadaşım vardı, onu da görüp İstanbul’a öyle geçmek istiyordum.
İşte Ankara meselesi, benim için insan hayatında az rastlanacak bir gün olarak yaşanmasına vesile oldu Allahu alem.
Yeşilhisar’ın otobüsleriyle Kayseri’ye geldim, buraya kadar bir gariplik olmadı. Önce Kayseri terminalinden Ankara için bir bilet alacak, sonra da terminalin yakınında ikamet eden akrabamıza valizimi bırakıp, otobüsün kalkma saatine kadar dost ziyareti yapacaktım.
Kayseri’ye saat 09 civarında inmiştim. Ankara’ya 10.30 da hareket için kent turizmden biletimi aldım. Vakit geçirmeden valizimi akrabaya bırakmam lazımdı ki, aradaki 1,5 saatlik zamanı değerlendirebileyim. Akraba dediğim de kardeşimin kayınbabası ve kayınbiraderiydi. Valizi bıraktım, biraz görüştükten sonra;
“Vaktim sınırlı bana müsaade eder misiniz”? dedim.
“Zaten az görüşüyoruz, hayır bırakmayacağız, şu Ramazan gününde bir şey ikram edemedik, bâri otobüsün vaktine kadar otur bizimle” dediler.
“Sizleri gördük elhamdülillah, bakın vaktim sınırlı, görmem gereken arkadaşlarım var müsaade edin onları da bu kısa vakitte göreyim” diyerek bileti göstermek istedim. Bileti onlara göstermek isterken ben de gördüm ki, hareket saati 10.30 değil, 09.30 yazmakta. Saatime baktım 09.28’i göstermekte. Bir anda valizi kaptığım gibi kapıya fırladım. Ev sahiplerine de ancak ayakkabımı giyerken veda edebildim. Onlar ne olduğunu anlayamadan arkamdan şaşkınlık içinde bakıyorlardı.
Koşarak asfalta çıktım, otobüs de geliyordu, “tam denk geldi elhamdülillah” diye kendi kendime sevindim. Otobüs bana yaklaşırken hemen biletimi çıkarıp şoförün görebileceği şekilde sallamaya başladım. Fakat, şoför bana hiddetli bir biçimde ellerini kaldırarak yanımdan hızla savuşup gitti.
Otobüsü karşıladığım yer terminale ancak yüz- yüzelli metre kadar mesafedeydi. Elimde yük de olmasına rağmen koşarak bir hışımla terminale Kent turizmin yazıhanesine geldim.
Daha, “neden beni almadan” diyebildim ki, onlar beni fırçalamaya başladılar;
“ Kırk saat seni mi bekleyeceğiz” hatta sonunda “biz it arayıcısı mıyız” dediler. Ne, bileti 10.30 yerine, kasıtlı olarak (o saatte boş koltukları kalmasın diye) 09.30’a verdiklerini anlatabildim, ne de, paramı geri alabildim. Halbuki ben, yüksek sesle 10:30 için bilet istemiştim. Sanki oradan, aldığı biletin saatinden haberi olmayan, ahmak biri olarak ayrıldım. Hasılı, adamlar güçlüydü, kavga gürültü de kâr etmedi paramı geri almaya.
Neticede, benim Ankara’ya gitmem lazımdı. Kent firmasına kızgın olduğum için ikinci bileti hemen yanındaki Seren turizmden aldım. Artık vakitte az kalmıştı, 10.30 ‘a kadar kimseyi ziyarete de gidemezdim. Bir taraftan geçen hadiseyi düşünüyorum, diğer taraftan kendimi sakinleştirmek için “La havle” çekiyorum.
Otobüsün kalkmasına on dakika kala çıkıp yerime oturdum. Otobüs hareket etti. “Oh be” dedim, “Elhamdülillah meseleyi ağız kavgasıyla kapattık, 75 lira da nereye gitse gelmez” diye teselli olup gidiyordum. Bir müddet sonra otobüs durdu ve bir kişi bindi. Binen adam koltuk numaralarına bakarak bana kadar geldi. Beraber oturduğumuz biri daha vardı, onun da benim de doğru koltuklara oturup oturmadığımızı sordu. İkimiz de biletlerimizi çıkarıp yeni binene gösteriyorduk. O sırada benim biletimin diğer ikisinden farklı olduğunu gördüm. O ikisinin biletleri benim önceki aldığım Kent turizmin biletindendi. Ben, “bu koltuk benim” diye iddia ediyordum. Biletlerin rengine ve firma ismine hiç bakmıyor, o telaşla bana gene bir komplo düzenlendi diye aklımdan geçiriyor, “kalkmıyorum ulan” diyordum. Gürültüye önce muavin sonra, şoför geldi. Üçümüzün biletlerine de baktılar, “arkadaş sen yanlış otobüse binmişsin, üstelik terminalde bir saat evvel ortayı velveleye veren de sendin değil miydin?” dediler. Netice malum, beni alaşağı edip otobüsten indirdiler. Meğer, bileti Seren turizmden aldığım halde, gene aynı saatte hareket eden Kent turizmin otobüsüne binmişim. Görüyorsunuz, insan sinirleniverince hatalar nasıl arka arkasına geliyor. Neyse, etrafıma bakındım, oradan geçen birine sordum, Himmetdede kasabasındaymışız. Oradan yarım saat sonra tekrar bir minibüsle Kayseri’ye geri geldim. Üçüncü biletimi de Ulus turizmden aldım ve Ankara’ya sağ salim vardım elhamdülillah.
Saat 17 de asker arkadaşımı ziyaret ettim. Ona da sitem ettim şakacıktan, “kardeş senin aşkına Ankara’ya üç biletle geldim” diye. Gene Ankara’da, ondan ayrıldıktan sonra olacakları ben de bilmediğim için ona da aktaramazdım.
İftar vakti de yaklaşıyordu. Ben lokantaları pek sevmediğim için “terminalin mescidinde iftar eder, sonra da İstanbul için biletimi alır giderim” diye düşünüyordum. Tabii ki, insanın düşündüklerini gerçekleştirmesi her zaman mümkün olmayabiliyor. Henüz gün bitmedi ve bundan sonraki macera daha da enteresan.
Ankara şehirlerarası otobüs terminalinin hemen bitişiğinde hem bir mescit, hem de ayaküstü yenilebilecek şeyler satan barakalar vardır. O barakaların birinden iki bardak ayranla yanında atıştırabileceğim bisküvi, açma gibi basit şeyler aldım ve hemen mescide çıktım. İftar olmak üzereydi çünkü. Ezan-ı Muhammedi okundu, ben de elimdekileri mescidin girişinde sağdaki direğin yanına koyup akşam namazını cemaatle kıldım. Herkes dağıldı, ben de iftar edip bilet almaya inecektim, onun için acele ediyordum. Ayranların ağzını açarak iftar edecektim. Daha ilk bardağın yapıştırılmış jelatinini kaldırırken bardak elimden fırladı. O bardaktaki ayran olduğu gibi mescide yayıldı. Önce panikledim, sonra kendimi toparlayıp, sakin olursam bu işi çözeceğimi telkin ettim kendi kendime.
Yere serdiklerimi öncelikle poşete koyup onların kalabalığını ortadan kaldırdım. Mescitte bir kaç kişi vardı onlar bana değişik tavsiyelerde bulundular. Birininki hoşuma gitti. Yan tarafta berber varmış, oradan bir bez veya sünger getirerek yerleri temizleyebileceğimi söyledi. Hemen berbere koştum sağ olsun olgun karşıladı, bana bir bez ve bir kova verdi, hatta yanındaki yamağını da yanıma gönderdi. Berber yamağı ile birlikte yerleri biraz ıslattık ama, tertemiz yaptık. Berberi gösteren arkadaşa da çok dua ettim. Başka türlü çözümler de olurdu fakat, hem benim vaktim sınırlı, hem de orada işin uzaması görenlere “görgüsüzün boğazı için düştüğü hallere bakın” demelerine meydan verebilirdi. Bâri orucumu olsun açabilsem. Yemeyi içmeyi bıraktım, İstanbul için bilet temin etmeye çıktım. Ney idüğü belirsiz bir firmadan saat 24 için biletimi aldım.
Valizimi ve çantamı mescitte uygun bir köşeye bıraktım, teravih vaktine kadar ben de mescidin diğer tarafında beş, on dakika kafamı dinledim. Teravihten sonra henüz otobüsün hareket etmesine iki saatten fazla vardı. Eşyaları mescitte bırakıp biraz gezmeye çıktım. Döndüğümde mescidin kapısı kilitliydi ve benim eşyalarım da içeride kalmıştı. Meğerse imam teravihten sonra mescidi her gün kilitler gidermiş. Orası terminaldir, her an yolcu iner, biner dolayısıyla mescitte devamlı açık bulunur diye düşünüyordum. Mescidi kilitli bulacağımı hiç düşünmemiştim.
Mescide nasıl girebileceğimi önce berbere sordum, artık berberle dost olmuştuk. Berber de “imamı bulmadan mescide girmenin imkânsız olduğunu, anahtarın ondan başkasında olmadığını” söyledi. Öğrendim ki, imam efendi bu vazifesinin dışında taksicilik yapıyormuş. Sora, sora bulunduğu taksi durağına kadar gittim. “İmam Yaşar bey kim, görüşmek istiyorum” dedim. Oradaki arkadaşları “Yaşar bey arabası üç gündür tamirde olduğu için gelmiyor.” Demesinler mi! Şaşırdım kaldım. “Evini bilen var mı?” Yok. Çaresiz döndüm geldim. Mescidin etrafında dönüp duruyorum, çünkü bir saatten az vaktim kaldı. Mutlaka bir yol bulmalıydım. Çocukluğum aklıma geldi. “Hani sen deliksiz kabağa bile girerdin, nerede o marifetlerin, göster kendini” diye kendi kendimi tahrik ediyor, bir taraftan da öyle keşif yapıyordum. Mescidin pencereleri barakalar tarafına bakıyordu. Bir an gözüme pencerelerden birinin açık olduğu ilişti. O pencereye nasıl ulaşabileceğimin planlarını hazırlamaya başladım. Barakaların üzerleri oluklu mukavva veya ondülin mi denilir bilemiyorum, zayıf bir örtüyle kapalıydı. Gene barakalar tarafında ondülinlerin seviyesine kadar taş bir merdiven çıkıyordu. Hiç vakit kaybetmeden merdivenlerden çıktım, barakaların üzerinden mescidin açık olan penceresine doğru yürümeye başladım.
Henüz üçüncü veya dördüncü adımımı atmıştım ki, müthiş bir gürültü ile birlikte kendimi ayran karıştırıcıların, meşrubatların, tosların ve daha nice kargaşanın ortasında buldum. Barakanın tavanı göçmüş, her şey bir birine girmiş, tezgâh yerle bir olmuş, içeride çalışanlar dışarıya kendilerini zor atmışlardı. Çıkan gürültüden nasıl düştüğümü, nereye düştüğümü, ne kadar derinliğe düştüğümü bilemiyordum. Kendimi şöyle bir yokladım, elhamdülillah ciddi bir yara ve kırık yoktu. Bir kaç ezik, çizik dışında tabii. Ben de bir şeyler olsa ne olacaktı ki, yanımda ağlayanım mı vardı sanki? Buna rağmen gene de önce kendime baktım. Nasıl olsa kırılan kırılmış, yıkılan yıkılmıştı. Dükkân darmadağın olmuştu. Bir anda dünya kadar insan yığıldı. Aslında o anda kalabalığa karışıp kaçabilirdim. Çünkü orası mahşer yeri gibi olmuştu. Sonrasında bu kadar sıkıştırılacağımı bilseydim gerçekten kaçardım. Sonra gördüm ki, önemli bir zayiat yok. Sadece her eşyanın yeri değişmiş, bunun yanında üç adet meşrubat şişesi kırılmıştı.
Dükkân sahipleri ve toplanan kalabalık önce ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Sonrası kötü. O kadar kalabalığın içinde gel de dükkân sahiplerine niyetini, derdini anlat. Neyse, Allah’tan polis imdadımıza yetişti. Üç polis vardı, kalabalığa önce bir susuuun düdüğü çaldılar. Arkasından dükkân sahiplerini dinlediler. Onlardan birisi “ müthiş bir gürültü duydum, bir de baktım sakallı bir zat yarılan tavanın arasından içeriye indi, gökten Mehdi Aleyhisselam geldi zannettim memur bey” diyordu. Bütün bir kalabalık kahkahalarla gülüyorlardı. Ben de meseleyi anlatırken yanımda berber amcayı gördüm, Allah(c.c.) razı olsun, o da benim anlattıklarımı tasdik etti, “evet ben de şahidim, mescitteki eşyalarını almak isterken böyle oldu” dedi de yakamızı bıraktılar. Dükkân sahiplerine üç meşrubatın ve diğer zararlarının karşılığı olarak 62 lira verdim.
Fakat, benim işim hala görülmemişti. Polislerin nezaretinde gene berberin yamağını benim takip ettiğim usulle çıkarıp pencereden içeri girmesini temin ettik. Zaten vaktim de neredeyse bitmişti, sadece sekiz dakikam kalmıştı otobüsümün kalkmasına. O berbere ve yamağına o gündür bu gündür dua ederim. Sonunda ucu ucuna otobüse ancak yetişebildim. İftarımı da sahurumu da aynı saatte ağız tadıyla otobüste yapabildim. Aldıklarımdan dökülmeyip de geri kalan ayran vs. orada işe yaradı. Bir günlük maceralı hikâye de otobüsün koltuğuna oturduğum saatte yani, 23.59 da bitmiş oldu elhamdülillah. Abdülkerim Karaağaç