İstanbul… Medeniyetlerin asude eskimez beşiği, dünyanın hâlâ büyük hayranlık duyduğu, imrenmesini sürdürmeye devam ettiği en güzel şehirlerden biri… Yedi hâkim tepe üzerine kurulmuş, her ayrı bir tepesinde farklı kültür dokusunun en güzel dantelâlarla, kaneviçelerle dokunup tezyin edildiği alelade olmayan şehirlerden biri…
Din, dil, ırk farklılığının hiçbir surette çatışma kıyılarına sürükleyemediği, bunların bir şekilde dillendirilmediği, hatta terennüm dahi edilmediği fakat buna rağmen kozmopolit olarak değerlenlendirilen şehirlerden biri...
Tarihte pâyitaht olma vasfını hakkıyla elinde bulunduran ve bileği bükülmez bir liyâkatle bu hususiyetiyle gönüllerde taht kurabilen ender şehirlerden biri…
İstanbul, bu âlemin mümtaz ve göz kamaştırıcı parçasından birini oluşturan ve her zaman ve zeminde kendisine bu konuda rakip birini asla kabul etmeyen güzide şehirlerin sultanı…
İstanbul… Şairlerin şiirlerinde efsunkâr güzellikte konuşan, dillerden düşmeyen şarkılarla asırlardır gönüllere hiç durmaksızın hoş ve mülayim bir şekilde seslenen, âşıkların hayallerini her zaman süsleyen, güzelliğiyle parmak ısırttıran alımlı, endamlı ve nazende bir sevgili…
Cennetten bir köşe olma vasıflarından en çok dikkat çekici ve can alıcı, efsunkâr bin bir güzelliğiyle her zaman ve zeminde ön plana çıkan Boğaziçi… Diğer adıdır İstanbul Boğazı’nın. O dünyanın içinde yer alan bir başka dünyadır.
Bir zamanlar, Latince’de “kent” anlamına gelen “urbs” sözcüğünün, tek başına kullanıldığında her hangi bir kenti değil, Roma’yı göstermesi gibi, Türkçedeki “Boğaz” ve Boğaziçi” sözcükleri de İstanbul’u çağrıştırır.
Boğaz sözcüğü dilimizde genellikle yalnızca İstanbul Boğazı için kullanılır. “Boğaz’da gezdim”, Boğaz’da mehtap seyrettim” ya da “Boğaz’da balık yedim” denildiğinde Türkçeyi iyi bilen bir kişi bunun Çanakkale Boğazı değil de İstanbul Boğazı’ndan söz edildiğini anlamaktadır.
Batılılar buraya “Bosphorus” derler. Bunun bir de hikayesi vardır. Bu kelime Yunanca “Boos-Foros” tan gelir ve “Sığır Geçidi” demektir. Yunan mitolojisine göre, Zeus’un sevgilisi Io, kıskanç Hera tarafından inek haline sokulur ve yine Hera’nın peşine taktığı yapışkan sinekten kurtulmak için İstanbul Boğazı’nı geçer.
Osmanlı kaynaklarında ise, “Halic-i Bahr-i Rûm”, “Halic-i Bahr-i Siyah”, “İskender Boğazı” gibi adlar verildiğini; Evliya Çelebi’nin, ünlü Seyahatnamesi’nde “İstanbul Boğazı’nda Akdeniz ile Karadeniz birbirine karıştığı için, tarihçiler bu boğaza “Mercü’l Bahreyn” derler” diye yazmaktadır.
Boğaziçi’nin nerede başladığı ve nerede bittiği konusunda hiçbir kaynakta sınır belirleyici bir bilgiye şahsen rastlamadım. Belki de vardır bilemiyorum ama yazı haline getirdiğim bu çalışmanın başlangıç yeri olarak Beşiktaş’ı tercih ettim. Bunun sebebi ise Beşiktaş’ın doğduğum, çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği yer olmasındandır.
BEŞİKTAŞ
Beşiktaş’ın tarihi ilk çağlara uzanır. O zamanlardaki adı "Taş Beşik" anlamına gelen "Kune Petr" olarak bilinir. İlk sakinleri de Traklar’dır.
Ünlü seyyah Evliya Çelebi ; şehrin kurulduğu yerde çok eskiden büyük bir kilise kuran Yaşkı adlı bir papazın, İsa’nın çocukluğunda yıkandığı beşik taşı getirdiği ve buradaki kiliseye koyduğunu yazar. Bizanslılar döneminde Kral 1. Konstantin’in Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden sonra annesi Helen tarafından getirtilip bu kiliseye konmuştur. Bu bilginin ilçenin isminin buradan geldiğini gösteren ilk kaynak olduğu yazılmaktadır.
Diğer yandan bazı tarihçiler de Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerini bağlamak için bu sahile beş tane direk diktiğini, bu nedenle buraya BEŞ-TAŞ adının verildiğini, daha sonraki tarihlerde bu kelimenin değişikliğe uğrayarak BEŞİK-TAŞ olduğunu yazmışlardır.
Bir eserde de Barbaros Hayrettin Paşanın Beşik Kaya’da gömüldüğü kayıtlıdır. Kaya ile taşın eş anlamda oldukları göz önünde bulundurulursa sözü edilen Beşik kelimesinin önceden de burada bulunan taşlar üzerinde yeni eklerle meydana getirilen bir gemi beşiğini anlattığı ve temelinde bulunan taşlara bu nedenden dolayı Beşiktaş’ı denildiği ve bu adın sonradan kasabanın adı olarak kaldığı söylenmektedir.
Beşiktaş bir yerleşim yeri kimliğini Osmanlı döneminde kazanmıştır. Bizans dönemi boyunca Boğaziçi özellikle Karadeniz'den gelen Gürcü yağmacıların akınlarına uğramış, bunların yarattığı tahribat ve saldıkları korku sur dışı yerleşmelerin gelişmesini engellemiştir. Beşiktaş'ın Osmanlı döneminde bir yerleşim yeri kimliği kazanması Karadeniz'in geniş ölçüde Osmanlı Devleti'nin denetimi altına girmesi sayesinde olmuştur.
Beşiktaş’ın İstanbul’un fethi sırasındaki adı ise "Diplokionion" idi. Çifte sütün anlamına gelir. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, iskan hareketine başladı. Fatih devrinden kalma eserler arasında bulunan Fatih’in Ekmekçi Başısı Ali Ağa’ya ait bir türbe bu yerleşme sırasında yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında bölge daha da gelişti ve daha sonraki yıllarda bu gelişme devam ederek zaman içinde esir pazarlarının kurulması, Rumeli’den Anadolu’ya geçen askerlerin ve ticari kervanların toplandıkları ve dinlendikleri yer haline gelmesi ile artmıştır. Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı ile kasır ve köşklerin yapılmasıyla Osmanlı İmparatorluğunun yönetim merkezi haline geldi. ((http://besiktas.iem.gov.tr/)
Beşiktaş Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa döneminde bilhassa denizcilik açısından büyük önem kazandı. Beşiktaş'ın bulunduğu bölge o zamanlar liman olarak kullanılmaya uygun bir koydu. Barbaros Hayreddin, Beşiktaş koyunu Osmanlı donanmasının gemilerini demirlemek için kullandı. Ayrıca burada kendisine bir yalı yaptırarak İstanbul’da olduğu zamanlarda Beşiktaş’ta ikamet etti. Aynı bölgede kendi adına bir cami, bir medrese, bir de sübyan mektebi inşa ettirdi. 1546 yılında vefat ettiği zaman Barbaros Beşiktaş'ta defnedildi. Kabri meydanın yanında ziyarete kapalı durumdadır.
17. yüzyılda Beşiktaş koyu doldurulmaya başlandı. Bu bölge padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye dönüştürüldü. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş “Sahilsarayı” adıyla anıldı. III. Selim bu bölgede batı tarzında yapılar yaptıran ilk padişah oldu. Dolmabahçe'den Ortaköy'e kadar uzanan kıyı şeridinde birçok yapılar yaptırdı ve mevcut olanları genişlettirdi. III. Selim'in kız kardeşi Hatice Sultan için Fransız mimar Melling'e inşa ettirdiği saray İstanbul halkı ve kentte yaşayan Avrupalılar arasında büyük bir ün kazandı. III. Selim sık sık kız kardeşinin sarayına uğramaktan çok zevk alırdı.
II. Mahmut da III. Selim gibi Beşiktaş sahillerine büyük ilgi duymaktaydı. 31 yıllık saltanatı süresince resmen Topkapı Sarayı'nda ikamet etmesine rağmen fiilen zamanının büyük bir bölümünü Beşiktaş sahilindeki çeşitli saray ve kasırlarda geçirirdi. II. Mahmut zamanında artık Osmanlı tahtı resmen olmasa da fiilen Haliç'in karşı tarafına taşınmış, Beşiktaş bölgesine yerleşmişti. II. Mahmut'un oğlu Abdülmecit Dolmabahçe Sarayı'nı inşa ettirerek bu duruma resmiyet kazandırdı. Bundan sonraki bütün padişahlar Dolmabahçe Sarayı'nın yanı sıra bugünkü Beşiktaş ilçesinde yer alan Yıldız Sarayı ve Çırağan Sarayı gibi çeşitli saraylardan ikamet ettiler. Beşiktaş ilçesi imparatorluğun yıkılmasına kadar Osmanlı tahtına ev sahipliği yaptı.
1909 tarihinde Türkiye'nin ilk spor kulübü olarak Beşiktaş'ta kurulan Beşiktaş Jimnastik Kulübü halen kökü Beşiktaş'a dayanan en tanınmış kurumdur.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nda önce annesi Zübeyde Hanım’ın Akâretler'de bulunan evinde (bugün Akaretler Mustafa Kemal Müzesi) ikamet ettiği bilinmektedir.
Ayrıca; Atatürk’ün 16 Mayıs 1919 günü yukarıda belirtilen evden ayrılarak, vatanın kurtuluşu için, Samsun’a Bandırma Vapuru ile hareket ettiği bilinmektedir.
Cumhuriyetin ilanından sonra Beşiktaş ilçesinin önemi azalmakla birlikte Atatürk'ün yaşamının geri kalan dönemi boyunca İstanbul'a geldiği zaman Dolmabahçe Sarayı'nda kalması nedeniyle Beşiktaş ilçesi önemini biraz olsa korudu. Önceleri Beyoğlu’na bağlı bir nahiye olan Beşiktaş 1930 yılında ilçe yapıldı. (http://tr.wikipedia.org)
devam edecek…