Bir filmin ismi ancak bu kadar uygun olur. Bizim hikâye aslında hepimizin hikâyesi. Senin, benim, annemizin, babamızın kısacası Türkiye’de yaşayan herkesin hikâyesi.
Fikri, inancı, dünya görüşü ne olursa olsun, haksızlığa uğramış, bir hiç uğruna yok edilmiş bir adamın hikâyesi. Ölen öldüğü ile kalıyor. Ya geride kalanlar? Hayata karşı kadın başına mücadele etmek zorunda kalan, çocuklarıyla tek başına kalmış bir annenin öyküsünü çok güzel perdeye taşımış Bizim Hikâye. Bu anlamda, filmdeki İslamcı yazar İsmail Akıncı’nın (kahramana bu ismi vererek, yönetmen konuya ne kadar vâkıf olduğunu göstermektedir adeta) yerine bambaşka dünya görüşüne sahip yazarları da koysanız hikâyenin bizim oluşunda farklılık göremezsiniz. Zaten Sinop Cezaevi’de kalan İsmail Akıncı’nın en büyük dostu da bir solcu aydındır.
Genelde darbeler özelde de 12 Eylül darbesi (derin ellerin marifetiyle haklılık gerekçesi oluşsun diye) en az 5 bin insanımızın ölümü ile beslenmiş, denge tutturalım diye bir oradan bir buradan genç insanların idamları ile devam etmiş, eli kanlı darbecilerin, geride bıraktığı, onurları zedelenmiş binlerce insanımızın işkence gördüğü karanlık bir dönemdir. Bizim hikâye, hiçbir şekilde bağlarını kopartmayan fedakâr bir aile aracılığıyla bu karanlık dönemi bizlere aktarıyor. Ekranda gördüklerimiz ülkemizi o dönemde yönetenlerin utancı ile bizi baş başa bırakmaktadır.
Filmin ironi kısmı ise, yazdığı için hapse düşen ve gördüğü işkencelerle hapiste ölen bir adam, iade-i itibarını hapiste yazmaya devam ettiği günlüğü sayesinde kurtaracaktır. Sonuçta yazarsan içeri düşersin, belki ölürsün ama nihayetinde o yazdığın kalem senin ve ailenin itibarını da kurtaracak yegâne silahtır. Vermek istediği mesaj bakımından da yönetmeni tutarlı bulduğumu belirtmeliyim. Her ne kadar film muhafazakâr bir ailenin etrafında şekillense de işlediği konunun evrensel olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız.
Filmin bir sahnesinden özel olarak bahsetmem gerekir. İsmail’in eşi ve çocukları ile hasret giderdiği (ki yeni doğan Necip’ini ilk defa görmektedir) demir parmaklıklar ardında yaptığı görüşme ancak bu kadar olabilir dedirtecek tarzda olmuş. Filmi seyreden, baba ve eş rolündeki bütün erkekleri ağlatacak kadar duygu yüklü bir sahneyi akıl ettiği için yönetmeni bir kere daha kutluyorum. Sanki utanılacak bir söz söyleyecekmiş gibi çocukları duymasın diye dudakları ile sessizce ifade ettiği “Seni seviyorum” sözü Türk sinema klasikleri arasına girecek kadar dokunaklı olmuş.
Geçmiş ve günümüz arasında geçişlerin bu kadar güzel yapıldığı çok nadir film gördüm. Geçişler abartısız, gözü yormadan, izleyenleri ana konudan ayırmadan güzel kotarılmış. Ama filmin sonunda iade-i itibar davasının sonucu açıklanırken, paralel olarak İsmail’in geçmişte cezaevinin avlusunda bekleyişi gerçekten büyük bir akıl ve itina örneği olmuş diyebilirim.
Oyunculuklara gelince, Cansel Elçin, yazar İsmail Akıncı rolünde her zaman ki gibi, o naif ve asil duruşu ile sadece haksız yere hapis yatan bir aydını değil, baba sevecenliğini de büyük bir ustalıkla harmanlamış. Acı ve umudu aynı güzellikte üstelik aynı anda yansıtabilmiş. Silik bir karaktere dönüşme tehlikesi taşıyan İsmail Akıncı’nın geçmiş ve gelecek arasında bir köprü vazifesi görmesi biraz da Cansel Elçin’in gerçekçi oyunu ile mümkün olmuş.
Fakat Serra Tokdemir’e hayran kalmamak mümkün değil. Taktığı başörtüsünü kendisine bu kadar yakıştırabilen oyuncu az bulunur. Hem genç hem de yaşlı hali ile inandırıcılığı mükemmel olmuş.
Genç avukat Haluk Piyes, heyecan ile durgunluk arasında gelip gitmiş. Fakat yüz ifadelerinde biraz zayıf kalmış. Buna rağmen Haluk Piyes’i rolünün altından ezilmeden kalktığını da belirtelim.
Fazla bir rolü olmasa da solcu aydın rolünde Kadir Özdal’ın da harika bir oyunculuk gösterdiğini, karakterine sivri ama ılımlı bir hal kattığını ve bu şekli ile izleyicileri etkilediğini söylemek sanırım yanlış olmaz.
Ahmet Mekin, yılların eskitemediği bu büyük oyuncu, filmde yolunu arayan herkese yol gösteren bilge kişiliği mükemmel göstermiş. Ahmet Mekin'i izlerken büyük bir tv dizisinde rol alsa da sık sık kendisini ekranda görsek diye düşündüm.
Yönetmen Yasin Uslu, bilindik bir hikâyeden (Türk sinema izleyicisi açısından bilinmeyen bir şekilde muhafazakâr aileyi merkeze alarak) harika bir film ortaya çıkarmış. Karadeniz’in o büyüleyici doğasını çok güzel göstermiş. Filmin başındaki sonbahar görüntüsünü, hayatının son baharını yaşayacak bir yazarın dekoru yaparak büyüleyici bir atmosfere dönüştürmüş.
Bizim Hikâye’yi henüz izlemediyseniz, sinemalardan kalkmadan kaçırmayın derim.
Künye
Senaryo: Yasin Uslu, Seda Altaylı Turgutlu
Hikâye: Şükran Erdoğan, Hakan Kandal, Fatih Hocaoğlu
Yapım: Alaaddin Film Yapım
Uluslararası Dağıtım/Satış: Chantier Films
Türk Dağıtımcı: Chantier Films
Yapımcı: Cem Özay
Yardımcı Yapımcı: İhsan Semih Yıldızerler
Görüntü Yönetmeni: Olcay Oğuz, Hüseyin Devrim
Müzik (Besteci): Mustafa Ceceli
Oyuncular: Cansel Elçin (İsmail), Haluk Piyes (Ahmet), Sera Tokdemir (Nimet), Naz Elmas (Nesrin), Burcu Kıratlı (Elif), Çiğdem Batur Güzel (Tuba), İbrahim Kendirci (Necip), Kadir Özdal (Nazmi), Erdinç Gülener (Savcı Kenan), Faruk Mimarlar (Çocuk Ahmet), Çağlanaz Kargı (Çocuk Tuba)
Yönetmen: Yasin Uslu