Türkiye'ye herkes kendine göre bir şeyler yakıştırıyor. Gerek içten, gerekse dıştan Türkiye'nin ne yapması gerektiği, Türkiye'nin nasıl bir siyaset tarzı, dolayısıyla davranış biçimi sürdürmesi gerektiği etkili ve yetkililerimize açıktan veya çağrıştırarak fısıldanıyor. Bazen AB odaklı merkezlerden, bazen ABD yörüngesi mahfillerden, bazen de her çeşit finans kaynaklarından bize -terzi gibi- roller biçilmekte, akıllar verilmektedir. Söylenenlerin katımızdaki değeri, yerine getirilip tutulmasının oranı ile ortaya çıkmaktadır...
İçerdeki bir kısım çevreye göre ''Türkiye laik olup laik kaldıkça dert, tasa söz konusu değildir''. ''Üç dönüm bostan, yan gel,yat Osman!'' pişkinliği bazı sünepe tıynetli çevreleri tatmin etmeye yetmektedir.Bazılarına göre ise, Doğu-Batı arasında sarkaç gibi sallanmak zorunluluğumuzu nimet gibi kullanmalıyız. Büyük düşünmek, büyük hedefleri telaffuz etmek; üstüne bela çekmekten başka bir şey değildir. Abartarak söyleyelim; bize söylenenler, bizim ne ile korkutulduğumuz iyi gözetilirse denizde ve karada, hatta fezada bile ölüm yoktur!
Bir kısım insanımıza göre ise, herşey kendiliğinden iyi gitmektedir. Yüce Allah(c.c.) bizim yüzümüze bakmaktadır. Kaygılanacak, bazı olumsuzlukları kuruntuya çevirecek bir sebep gösterilemez. Göstergeleri ne maksatla okuduğumuzun önemi, göstergelerin gösterdiğinden çok daha önemlidir...
Pek çok algılama biçimlerine dalmadan İslam dünyasının bizden ne beklediği üzerine bir ibretli temsili dikkatlerinize sunmak istiyorum. Bu hikaye, araştırmacı-yazar Cihan Yamakoğlu'nun ikinci baskısı yapılan Ortadoğu'da Barışla Savaşanlar adlı kitabının 174. sayfasında da anlatılmaktadır. Ben motamot değil, aklımda kaldığı haliyle sunmak düşüncesindeyim.
İslam ülkelerinden bilim adamları bir toplantıda dünya meselelerine ve bu durum karşısında İslam ülkelerinin konumuna ışık tutacak görüş teatisinde bulunmaktadırlar. Söz sırası Suriyeli bir profesöre gelmiş, o da anlatmaya başlamış:
(-''Beyler, önce küçük bir hikaye anlatacağım. Vaktiyle aslanların bol olduğu bir ormanda zalim avcılar, aslanları yok ettikleri için, kenarda kalan zavallı bir aslan yavrusu açlık ve susuzluktan ne yapacağını bilemez şekilde yakındaki bir koyun sürüsüne yaklaşmış. Görmüş ki, orada kuzucuklar bir koyunun karın altındaki çıkıntılardan emip beslenmektedirler. Çekinerek yaklaşmış, aslan yavrusu da boş bulduğu bir memeden emmeye başlamış. Koyun bu yavrunun kendisininkilerden olmadığını anladığı halde annelik duygusuyla engel olmamış.
Gel zaman, git zaman, kuzucuklar büyürken aslan yavrusu da büyümeye ve onlardan farklılaşmaya başlamış. Aslan yavrusu hala kendi beslenmesini kuzular gibi yapmakta, onlar gibi ot yemek istemektedir.Bağırırken de ''meee!'' sesiyle yetinmektedir. Artık durumu açıklamak gerektiğini anlayan koyun, aslan yavrusunu çağırıp ona öğüt vermiş:
-''Bak, yavrum, aslında sen bir aslan yavrususun. Sana bizim kuzular gibi meleşmek hiç yakışmaz. Şöyle aslan gibi kükresene!'' demiş.
Aslan yavrusu bir denemiş, iki denemiş...Fakat ne gezer! Bir türlü ''meeevvv!'' demekten öte bir ses çıkaramamış! Bunun üzerine anne koyun yavru aslana şöyle demiş:
-''Anlaşıldı. Sen bizim aramızda aslanlığını değil, koyun karakterini sergileyeceksin. Sen hele şöyle bir ormana açıl da, belki orada diğer yırtıcıların seni zorlamasıyla veya kendi soyundan hakiki bir aslan görüp aslanlığını takınmaya mecbur kalırsın. Yoksa aramızda koyun gibi dolaşmana bizim gönlümüz bile razı olmaz!'' demiş ve epeyce büyümüş olan aslan yavrusunu sürüsünden kovmuş...
Şimdi beyler, biz İslam alemi olarak koyun sürüsüne döndük! İçimizde aslanlığı tescilli bir tek Türkler kalmıştı. Fakat görüyoruz ki, Türkler de bizimle aynileşmek, koyunlaşmak alışkanlığını üzerlerinden atamıyorlar. Türkiye, aslan olduğunu tekrar hatırlayarak veya hissedip şöyle bir aslan gibi kükremedikçe etrafındakilerden eski itibarını görmesi mümkün olmayacaktır. İslam ülkeleri olarak bizim de etrafında halkalanacağımız Türkiye'nin önce kendi kendisine aslanlığını inandırması gerekmektedir. ''Aslanlaşan bir Türkiye'', yalnızlaşmaktan, kaale alınmazlıktan kurtulacak ve bizlerden karşılık göreceği siyasetlerle giderek yeniden Osmanlı dönemindeki gibi bütün insanlığın hakemi ve hakimi olacaktır. Yoksa bizimle aynı ''ürkek koyun siyasetlerini'' güderek sadece havanda su dövmüş olursunuz. Böyle devam etmekle hem kendinize, hem biz İslam alemine, hem de insanlığa yazık edersiniz!...'')
Doğru söze ne denir? Hezar aferin!...
Bütün insanlık ''Milat'' olacak kalıcı bir dönüm noktasının muştusunu algılamak istemektedir. Bu muştuyu Türkler'den, Türkiye'den beklemektedir. Vahşi kapitalizmin küresel kraliyet ailesi eliyle çeşitli enstrüman ve savaş makineleri sayesinde bize biçmeye kalkıştığı ''ölüm kefenlerini gelinlik zannetmek basiretsizliğini'' üzerimizden atarak bize yakışanı ortaya koyacak yönelişlere hazırlanmak durumundayız.
Silkinmenin, kendine gelmenin, öze dönmenin kimin devri saltanatında olduğundan çok, bir an önce, gecikmeden olması gerektiği önem taşımaktadır.
Türkiye'ye yakışan, zorla büründürülmek istenen koyun postu değil, her riske rağmen kükremiş aslan yelesi, en azından titretici bir Bozkurt ulumasıdır!
Selam ve saygılarımla...