Acaba kim haklı: “Bir daha askeri müdahale olmaz” diyenler mi, “Her an her şey olabilir” kuşkuculuğu taşıyanlar mı?
28 Şubat'ın 12. yıldönümü vesilesiyle kaleme alınan pek çok ilginç yazı okuduk. Bazı TV'ler de tartışma programlarını bu konuya ayırmışlardı, yararlı yorumlar dinledik. Görüş açıklayanların pek çoğu, “Bir daha olmaz” görüşünü seslendirirken, az da olsa tersi kanaatta olanlara da rastlandı. Dikkatle okunup dinlendiğinde, az kişi tarafından seslendirilse de, “Tehlike sürüyor” kanaatine temel teşkil eden görüşler de tutarsız veya yabana atılacak cinsten değil.
Askeri müdahaleyi beş ayrı biçimiyle yaşamış bir ülkeyiz. Böyle bir ülkede keskin ifadelerle “Bir daha asla olmaz” diyebilmek herhalde safdillik olur. Taraf gazetesinin son günlerde gün yüzüne çıkardığı yeni belgeler, sadece iki yıl önce, bütün bir kentin askerler tarafından 28 Şubat usulleriyle nasıl fişlendiğini gözler önüne seriyordu. İnsanları, kuruluşları, örgütleri eğilimlerine göre sınıflamak, bazılarını 'tehlikeli' olarak yaftalamak, herhalde askerlerin görevi olmamalı.
Kötü alışkanlıklardan vazgeçmek, iyi yeni alışkanlıklar edinmekten çok daha zordur. Hemen her müdahale, müdahaleyi yapanlar açısından, pek de övünülecek sonuçlar vermemesine rağmen, onların yerini alanların da benzer tavırlara bürünmesi kötü alışkanlıklarla ilintili...
Demokrasi, bir vakitler Winston Churchill'in de yetkin bir biçimde ifade ettiği üzere, 'en mükemmel yönetim tarzı' olmayabilir; ama başkalarıyla mukayese edildiğinde, insanların en kolay kabul edebildikleri ve en kısa sürede uyum sağlanan bir yönetim biçimi olduğu da apaçık. Bu sebeple geçmişinde tepeden inmeci yöntemler ve iplerin tek elde toplandığı yönetim tarzları bulunan ülkelerde bile demokrasiye geçiş fazla sorun olmadı. Dünün 'Sovyet Bloku' altında Moskova'dan talimatlarla yönetilen diktatörlükleri, bugün herbiri Avrupa Birliği (AB) üyesi demokrasilere dönüştü.
Türkiye'nin esas sorunu, Cumhuriyet'in kuruluş dönemine özgü şartlar ve o şartlara uygun tespit edilmiş bazı temel kabullerden kaynaklanıyor. Halka fazla güvenmiyoruz. Demokrasinin kural ve kurumlarına övgü düzenler bile, bunu, o kurallar kendilerini yönetime taşıdığı sürece yapıyorlar. İktidara erişemeyen veya erişemeyeceğini anlayanların gözü, kestirme yollarda oluyor; kendilerini iktidara taşıyacak kestirme yollarda...
Böylelerinin sayısı hiç de az değil bizde. Askerlerin kapısına dayanıp “Uyan ey ehl-i vatan bu hâb-ı gafletten” çağrısını onlar yapıyor. Ellerine geçirdikleri köşelerden Cumhuriyet'in kuruluşunda belirlenmiş tehditlerin bugün de geçerli olduğu savını ısrarla ileri sürenler de aynı tipler... Bir-iki provokasyon, istenmeyen gelişmelere kapı aralamaya yetiyor...
Sanırım, “Müdahaleler dönemi kapandı” diyemeyenler bu kısır-döngünün hâlâ kırılmadığı görüşünde olanlar... Dün, Alper Görmüş, 29 Mart'ta Ak Parti'nin oylarının artması durumunda, sokakların yeniden hareketlenebileceği beklentisini herhalde bu sebeple dillendiriyordu.
Ancak Türkiye de değişiyor. 28 Şubat vesilesiyle yazılan yazılar ve yapılan yorumlar bile darbeler konusunda bir bilinç halinin zihinlerde pekişmesini getirmedi mi? 28 Şubat'ın kitlelerce rahat kabulüne yol açan görüntülerin birer 'mizansen' olduğunun anlaşılması az bir kazanım mıdır? Aynı veya benzer sahnelerin bir kez daha tekrarlanması herhalde kolay olmayacak. Daha da önemlisi, geçmiş deneyimler sayesinde erken uyarı sistemlerimiz daha iyi çalışmaya başladı.
Öncesi ve sonrasında darbelere destek veren medya mensupları varlıklarını sürdürseler de, kimlerin ne olduğu ve ilişkileri artık biliniyor. Medyanın yapısı da demokrasiden yana dönüşüyor. Sahillerimizi yalayan global ekonomik kriz bittiğinde, pek muhtemeldir ki, her şeyi devletten bekleyen para babalarına inat, ellerinde çantaları dünyayı turlayan gayretli işadamlarının daha ön plana çıktığını göreceğiz.