Eskiden bir gazete diğerinden söz edeceği zaman ‘refik’ sözcüğünü kullanırdı. Cumhuriyet diyelim Tanin’den “Tanin refikimiz” diye bahis açardı.
‘Refik’ yol arkadaşı demek; yani ‘dost’ sözcüğünün bir başka biçimi...
Bu âdet artık yok. Bir an için âdetin halen devam ettiğini düşününce beni bayağı bir efkâr bastı. Her gün birbirine küfür eden, yek diğerinin gözünü çıkarmaya çalışan gazeteciler, sırf âdet yerini bulsun diye, cümle içerisinde ‘refik’ sözcüğünü de geçiriyor...
Ne tuhaf olurdu, değil mi?
Gazeteler ‘Bâbıâli’ denilen dar bir alanda çıkardı o günlerde... Gazeteleri hazırlayan kadro, son sayfayı bağlayınca, binayı gececilere bırakır, öteki gazetelerin yayın kadrolarının da devam ettiği mekânlara koşarlardı. Yazar-çizerler de günlerini İkbal gibi dönemin önemli kıraathanelerinde geçirirlerdi.
Yaşamış gibi anlatmama aldanmayın, o günlere ben yetişemedim; ancak bugünden geriye baktığımda “Keşke geçmişin saygıya yer ayıran ihtiyatı bugünlere de kalsaydı” diye iç geçiriyorum. Şimdilerde tanığı olduğum manzara beni müthiş rahatsız ediyor çünkü...
Geçen hafta bir yayın grubu bir yazarın işine son verdi. Grubun TV kanalını da yönetiyordu yazar... Ardından yazılanları okurken yüzüm kızarıyor. Bir zil takıp oynanmadığı kaldı. Ölümüne bir düşmanlık... Yazar bundan sonraki hayatına ‘üst düzey memur’ olarak devam edecekmiş; ona bile karşı çıkanlara rastlanıyor...
Sadece işsiz değil, aç ve açıkta kalmasını istiyor meslektaşları...
Ben yaşlarda bir yazardı İngiliz Christopher Hitchens... Cerbezeli bir adamdı, kavgacı-gürültücüydü; kimseler tarafından sevilmezdi. Birini/birilerini hedef seçer, kalemiyle oyardı. Türkiye’yi ve Türkleri meselâ; bambaşka bir konuyu ele aldığında bile lâfı mutlaka bize getirir, iki tokat çakardı.
Onun kıyıcı kaleminden Papa, Thereza Anne, Kissinger, son zamanlarda her dinin samimi dindarları nasibini aldı.
Kanserin belâ türlerinden biri yüzünden hayatını kaybetti Hitchens... Uzun yıllar katkıda bulunduğu solcu Nation dergisinin son sayısında (9-16 Ocak 2012), yayın yönetmeni Victor Navasky’nin onunla ilgili yazısını okuyorum. Bush’un Irak’ı işgal planına şiddetle karşı çıkan dergiyi, 1978’den beri kadrosunda bulunmasına rağmen, bir günde terk edivermiş Hitchens; ‘bombalar yoluyla Irak’a demokrasi geleceğine’ inandığı için...
Navasky yine de eski yazarını överek uğurluyor üç sayfalık yazısında...
“Vefat edince bizde de badem gözlü oluyorsun” demeyin sakın; medyadaki savaşların ölümden sonra bile devam edeceğine kalıbımı basarım.
Hayatımda hiçbir meslektaşım için kötülük dilemedim. Zararım dokunabilecek durumlarda ya ağzımı açmadım, kalemimi kullanmadım, ya da “Aman, benden yana bir şeycik olmasın” titizliği içerisinde hareket ettim. Meslekte kendime rakip gördüklerim oldu, ancak rakiplerimi yarışta yenmeyi hedefledim hep; haksız rekabetle ortadan kaldırmayı asla düşünmedim.
Çetelerin hedefi oldum, çete kurmadım...
Farklı biçimde yansıtmaya çalışanlar olduğunu biliyorum; ancak siz beni dinleyin: Kimseye bilerek isteyerek kötülük yapmak geçmez içimden... Yere düşen birine, bırakın öldürücü darbe vurmayı, derhal elimi uzatırım...
Son zamanlarda, eleştirme ihtiyacı duyduğum meslektaşların adını anmıyorum. Herhalde sebebini anlıyorsunuz: Herkesin eleştirileri farklı taraflara çektiği günümüz ortamında isim vererek tabuta bir çivi de ben çakmak istemiyorum. Değer vermediğim kişileri eleştiriye de değer bulmuyorum zaten... İsim vermeyince nasıl anlatacaksınız? Ben de sıfat kullanıyorum. ‘Pop sosyolog’ diyorum meselâ... Bir başkasından da ‘aşk yazılarının unutulmaz yazarı’ diye söz ediyorum.
İncitmeyecek sıfatlar... ‘Pop sosyolog’ sıfatıyla andığım meslektaş haklı olduğumu teslim etti, şimdi o da ‘pop sosyolog’ diyor kendisinden bahsetmesi gerektiğinde... Diğeri de sıfatını beğeniyordur, ama o öteki gibi beğenisini belli edecek bir tip değil...
Bu yazının özeti şu: Birbirimizi öldürmeyelim arkadaşlar...