Çıkartılan gürültüyü anlamasına anladık da, Silivri'de duruşmaları başlayan davayı gerektiren olaylar ve eylemler bu ülkede yaşanmadı mı?
Türkiye son elli yıl içerisinde pek çok badire atlattı, pek çok badireyi de atlatamadı. Atlatılamayan badirelerden 12 Mart ve 12 Eylül öncelerinde ideolojik çatışmalarda hayatlarını kaybeden insanlarımızın sayısı binlerle ifade ediliyor. 1990'lı yıllarda 'failleri meçhul' cinayetlerde kaybedilen canların sayısını bilen yok; tek bildiğimiz PKK ile mücadelede 30 bini aşan insan kaybımızın olduğu...
Önceki akşam TV'ye çıkan bir eski devlet görevlisi, ekrandan gözlerimizin içine bakarak, yalnızca kendisinin binin üzerinde insan öldürdüğünü itiraf etmedi mi?
Alevi-Sünni kavgasını körükleme amaçlı kitle eylemlerinin yol açtığı sıkıntıların haddi hesabı yok; Türkiye etnik ve mezhebi açıdan birbirine az güven duyan insanlar diyarıysa, bunda, son 25 yıl içerisinde meydana gelen kitle eylemlerinin payı büyük.
Hadi bunları unuttuk diyelim, 1990 yılı ocak ayında Prof. Muammer Aksoy'la başlayıp 2002 yılı kasım ayında Doç. Necip Hablemitoğlu'yla yeniden soluklanan siyasi suikastlar sırasında Doç. Bahriye Üçok, gazeteci Uğur Mumcu, Prof. Ahmet Taner Kışlalı gibi aydınları kaybettiğimizi de mi hatırlamıyoruz? Ya her cinayet sonrası sokağa yüzbinlerin döküldüğünü ve ülkeyi zihnen bölünmüş hale sokan sloganlar atıldığını nasıl unutabiliriz?
Hafızalarımızın balıklar gibi anlık olduğuna inananlar, o kadar eskiyi hatırlatmanın bir anlam taşımadığını iddia edenler var; iyi de Danıştay baskınıyla yargıçların üzerine ateş edileli ve bir yargıç öldürüleli şunun şurasında ne kadar oldu? Hrant Dink'in İstanbul'un en işlek caddesinde güpegündüz öldürülmesi dün oldu sayılabilir. Cumhuriyet gazetesinin bahçesine el bombaları atıldığını da mı işitmediniz yoksa?
Bu soruları okurlara değil, Ergenekon davasının görüldüğü Silivri'de gösteri yapanlara soruyorum.
Yukarıda kısa bir icmalini sunduğum olay ve eylemlerin hepsi bu ülkede gerçekleşti. O olaylar ve eylemler yüzünden birbirimize diş biledik, kinlendik. Hayatlarımızın her an tehlikede olduğu hissine kapılmadan edemedik. Bazı dönemlerde insanlar sokaklara çıkamadı; sırf güvenlik endişelerimiz yüzünden darbelere boyun eğdik. 11 Eylül (1980) günü sokaklarda insanlar sapır sapır öldürülürken 13 Eylül günü ülkeye 'asayiş ve huzur' geldiği iddialarıyla rahatlatıldık.
O kadar canın, o kadar kinin, o kadar şiddetin, o kadar işkencenin hesabı sorulmayacak mı bu ülkede? Sorulmamalı mı?
Biliyorum, bazınız, O olaylar ve eylemlerden bu insanlar mı sorumlu? diye soruyorsunuz. Haklı bir soru bu. Yargılama süreci tamamlanıp karar açıklanana kadar doğru cevabı bilmenin zor olduğu bir soru aynı zamanda. Devletin savcıları bu kişileri suçluyor ve iddialarını ispat etmek üzere çalışıyorlar. Yargıçları ikna edebilirlerse, kamuoyu da yargılamadan tatmin olursa, işte o zaman hangi olay ve eylemi kimin veya kimlerin yaptığını daha isabetli bir biçimde söyleyebileceğiz.
Başlayan davayı birkaç ipsiz-sapsızın yargılanması olarak görmemek gerekiyor; aslında Türkiye'nin çoğu kayıp hale dönüşen son elli yılı yargılanıyor Silivri'de. Benim, sizin, hepimizin hayatının elli yılı. Bizler yine de yaşadığımız için şanslıyız; o elli yıl içerisinde bize benzeyen-benzemeyen onbinlerce insanımız hayatını kaybetti çünkü...
Yargıçları rahat bırakalım da yargılama görevlerini yerine getirsinler.