Ankara İlahiyat Fakültesi’ndeki bir dersinde merhum Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi tahtaya Arapça bir söz yazmış sonra da sözün anlamı üzerinde dururken ilim yolcuları için “yazı”nın önemini anlatmıştı.
Çok eski dönemlerden meşhur bir Arap şairine ait olduğu bilinen söz şöyleydi; “El ılmu saydun, vel kitabetü kaydun; ilim avdır, yazı ise onu bağıdır.”
Hayat yolcuları için de ilim, bilgi, tecrübe çok önemlidir. Bir seyahat sırasında, yeni bir tanışmada çok mühim sözler, hikâyeler, tecrübeler duyarız. Onları hemen yazarak kayda geçirirsek avımızı sağlamca bağlamış oluruz. Artık bir ömür boyu o kıymetli bilgiden hem kendimiz istifade eder, hem de bir yerlerde neşredersek tüm insanlığın hafızasına tevdi etmiş olacağımızdan faydalanıcıların sayısı artırmış olur ki, o da bizim için bir sadakayı cariye hükmündedir.
Sizlerle paylaşacağım gerçek hikâyeyi şimdiye kadar çok kişiye anlattım. Daha önce bir mecrada yayınlamıştım aynı zamanda. Fakat her anlattığımda dinleyenlerin çok etkilendiğini gördüğüm ve aylar sonra benden tekrar anlatmamı istedikleri için bir de bu mecradan dikkatinize sunmak istiyorum. Masalımızdaki Yusuf da gerçek, başından geçenler de hakikat. Onun hayatındaki “kader anı” diyebileceğimiz noktalarda güzel insanların narin dokunuşları çok hikmetli ve herkes için birer meşale kıymetinde..
…
Bir köyde geçti çocukluğum. Köyümüz, tarihi çok zengin bir nahiyeye 20 kilometre mesafede. Çocukluğum köyde geçti ama bir ayağımız da nahiyede oldu hep.
1970’li yılların başında ortaokulun bitmesine günler kala babamın hatırlatmaları başladı. O benim İmam Hatip Lisesine gitmemi istiyordu. Ben ise İmam Hatip dışında herhangi bir lise düşünüyordum. Arkadaş çevremden İmam Hatip aleyhine telkinlere muhatap olmuş etkilenmiştim anlaşılan.
Yaz tatili bitmek üzere idi. Ben kararımı henüz verememiştim. Babam benim İmam Hatip’te okumam konusunda kararlıydı ama benim kafam hâlâ karışıktı.
Bir gün babamın kesin ve kararlı tavrıyla karşı karşıya kaldım. Bir gün yakamı topladığı gibi “Yusuf oğlum, İmam Hatip’te okumayacaksan başka yerde de okuma!” dedi.
O, dinimi de öğrenebileceğim bir okula gitmemi istiyordu. Bunun gerekçesini yıllar sonra öğrenebildim. Meğer annemle konuşurken bir takım sivri fikirler beyan etmişim. Sonra düşününce o sarf ettiğim sözlerin ne kadar yanlış, itikaden ne kadar sakıncalı sözler olduğunu anladım. O düşüncelerimi annemden duyan babam, benim açımdan kritik bir dönemin başladığını gördüğü için kesin tavrını ortaya koymuştu.
“Çocuk elden gidiyor!” diye düşünmüş, benimle ilgili kurduğu hayallere ne kadar da ters bir istikamette ilerlediğimi görmesi uykularını kaçırmış. Farkında olmadan girdiğim yanlış yolu gören babam adeta çılgına dönmüş. Onun için, “Ya İmam Hatip’te okursun ya da köyde tarlada, bağda bahçede çalışmaya devam edersin” diyordu.
Bugün babamı rahmetle anarken ne kadar isabetli düşündüğünü şimdi daha iyi anlıyorum.
Babamdaki kararlılığı görünce geri adım atmak zorunda kaldım. En yakın ildeki İmam hatip Lisesine kayıt yaptırmaya gittik. Müdür Başmuavini Nureddin Bey benim ortaokuldaki yabancı dilimin Almanca olduğu öğrenince, “Almanca sınıfımız yok. Sizi kaydedemeyiz” dedi. Babam da ben de çok üzüldük. Ne yapacağımızı bilmez halde koridorda beklerken Okul Müdürü Mehmet Yıldırım Bey geldi. Beni ve babamı bekler halde görünce, neden beklediğimizi sordu, odasına davet etti. Sonra da Başmuavin Nureddin Beyi odasına davet etti. Konuyu bir de ondan dinledikten sonra, “Nureddin Bey bu öğrencimizin kaydını yapalım. Almanca sınıfının açıldığını da okul kapısına bir duyuru asarak ilan edelim” dedi. Bütün umutlarımızın bittiği anda Müdür Bey Hızır gibi yetişmişti.
Ben liseyi bitirinceye kadar ikinci bir Almanca okuyacak öğrenci gelmedi. O dersi dışardan bir okulda alıp sınavlarını verdim.
Yatılı olarak okumaya başlamıştım. Köyümüzden, kasabamızdan epeyce uzakta bir şehirde okuyordum. Baba ocağından ilk defa çıkmanın hüznü vardı içimde.
Daha ilk günlerde yatakhanenin soğuk havasıyla içimdeki hasret katmerlendi. O günlerde en çok annemi, yemeklerini, babamı ve onun babacanlığını özledim. Babamın imkânları sınırlı olduğu için bana verebildiği harçlık da sınırlıydı. Okulu rahat okuyabilmek için çareler düşünmeye başladım.
Epeyce düşündüm ne yapabilirim diye. Sonunda kendimce bir çözüm formülü buldum. Öğrencilerin gömlek ve pantolon ütülemesi gerekiyordu ama çoğunun ütüsü yoktu.
Taksitle bir ütü satın aldım. Öğrenci arkadaşların pantolon ve gömleklerini sembolik sayılabilecek bir ücret karşılığı ütülemeye başladım. Ütü karşılığı kazandığım paralar benim ilk girişimciliğim ve elimin emeğiyle kazandığım ilk param oldu. Kuruş kuruş kazandığım paralarla öğrenciliğimin ilk yıllarını kolayca geçirdim..
Lise bitmiş, yaz döneminde bizi bekleyen harman orak işlerine dalmıştık. Tarlada, harmanda işiniz biter, bağda bahçede başlar. Köylünün işi bitmez.
Üniversite öğrenimi ile ilgili zihnimde henüz bir fikrin belirginleşmediği günlerde diplomamı almak üzere, bitirdiğim lisenin bulunduğu şehre gittim. Okulda yaz boyunca görüşemediğimiz 10 arkadaşla karşılaştık, hasret giderdik.
Niyetim, diplomamı alıp köye dönmekti. Fakat arkadaşlar üniversite için ön kayıt döneminin başladığını hatırlatarak “Hep beraber İstanbul’a gidelim” teklifinde bulundular.
Benim sadece köyüme dönecek kadar param vardı. “Senin yol paranı da aramızda denkleştiririz, gel bizimle” dediler.
Öyle yapıldı. 10 kişi üçer beşer lira verince benim gidiş dönüş bilet param da çıktı.
Yola çıktık.
O tarihlerde sadece Ankara’da İlahiyat Fakültesi vardı. Bazı büyük illerde ise Yüksek İslam Enstitüleri vardı. Biz 11 kişi İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsüne ön kayıt yaptırdık.
Sonra da Vefa’da bir yurtta 15 gün boyunca üniversite imtihanına hazırlandık.
Günü gelince gidip imtihana girdik.
Geldiğimiz gibi beraberce de döndük memlekete.
Kısa bir süre sonra imtihan sonuçları belli oldu.
Beni İstanbul’a gitmeye ikna eden ve yol paramı kendi aralarında denkleştiren 10 arkadaştan kazanan kimse olmamıştı. Sadece ben o imtihanı kazanmıştım.
“Allah’ın yarattıklarının hikmetinden sual olunmaz” derler. Sanki o on kişi benim İstanbul’a gitmem ve imtihana girmem için görevlendirilmişti.
İmtihanı kazandım ama bu sevinç buruk bir sevinç oldu.
Üniversitelerde eğitim öğrenim döneminin başlamasına birkaç gün kala, elimde küçük bir valizle İstanbul’a geldim.
Birkaç gün, Avrupa Yakasında oturan tanıdığımız bir ailenin yanında kaldım. Sürekli kalmam için evleri ve durumları müsait değildi.
Derslerin başladığı ilk gün yanımda valizimi de götürdüm. Zira kalacak yerim olmadığı gibi nerede kalabileceğim konusunda bir fikrim de yoktu.
Bir teneffüs sırasında yanımdaki valiz, yeni tanıştığımız bir öğrencinin dikkatini çekti. Neden valizle geldiğimi sorunca gerçek ortaya çıktı.
Bir yurdu tavsiye ve tarif etti bana. Üsküdar’da eski bir medreseden yurda dönüştürülmüş bir mekândı tarif edilen yer.
Akşam saatlerine doğru dersler bitince valizimi alıp verilen adresi aramaya başladım.
Yurdu bulmak zor olmadı. Fakat karşıma çıkan bir görevli, “Geç kalmışsın, yerimiz yok!” dedi.
Bir umutla geldiğim bu mekânın bana kapalı olduğunu öğrenince, “Buraya kadarmış” dedim içimden. Yardım isteyebileceğim kimsem yoktu. Gidebileceğim bir adres de bilmiyordum. Yanlarında birkaç gün kaldığım tanıdık aileyi de rahatsız etmek istemiyordum.
Harem’den memlekete nasıl dönüleceğini biliyordum.
Yurdun dış kapısına yöneldim. Tam da dışarıya adım attığım anda 22-24 yaşlarında bir ağabeyle karşı karşıya geldik. Kendisini daha önce hiç görmemiştim, tanımıyordum. Ama o bana bir bakışta adeta içimi okudu, “Nereye gardaş?” diye sordu. Birkaç kırık dökük cümle ile derdimi anlattım, “Kalacak yer bulamadım, burada da boş yer yokmuş, memlekete dönüyorum” dedim.
“Gardaşım sen kiminle konuştuysan eksik bilgi vermiş. Bir kişilik yer var, ben biliyorum. Hadi geç içeriye!” dedi.
Çaresiz ve şaşkınlık içerisinde ilk defa gördüğüm o babayiğit, siyah sık sakallı ağabeyin peşinden yurda tekrar girdim.
Sonraki günlerde adının Suat olduğunu öğrendiğim ağabey kimseye bir şey sormadan beni bir odaya götürüp, “İşte gardaş bu oda senin, koy valizini şuraya” demişti.
Birlikte akşam yemeğine gittik.
Sabahları kapım tıklatıldı. Namaza kaldırıldım, kahvaltıya uyandırıldım. “Kahvaltıya buyurun” dedi her sabah farklı kişiler. Bazen de Suat Ağabey kaldırdı beni.
Aradan bir ay geçmiş, rahatım yerindeydi, henüz para isteyen de yoktu. Kahvaltımız, yemeğimiz hazırlanıyor, üstelik kaldığımız yerden Yüksek İslam Enstitüsüne ulaşım da zor olmuyordu.
Bir sabah erken uyanmışım. Yatağımın ayakucunda Suat Ağabeyi gördüm, şaşırdım. Yatağa yaslanmış ama yerde oturuyordu.
Benim uyandığımı görünce, “Burada uyuya kalmışım” deyip çıktı.
İçime bir şüphe düşmüştü.
“Ben bir aydan beri Suat Ağabeyin yatağında mı yatıyordum? Bu kadar zamanda nasıl fark edememiştim? O bundan niçin hiç bahsetmemişti? Peki, o bu süre zarfında nerede kalmıştı?”
Beynim bütün bu sorularla zonkladı. Araştırmaya başlayınca gerçek birkaç dakikada ortaya çıktı.
Bana yatağını, odasını veren Suat Ağabey bir ay boyunca kütüphanede, mescitte kalmış, soğuktan dayanamadığında odama gelip ayakucumda ısınmaya çalışmış ama bana bir tek gün bile bu durumu hissettirmemişti. Herkesi tembihlemiş olmalı ki başkaları da hiç söz etmemişti konudan.
Durumu öğrendiğimde, “Böyle güzel insanlar sadece kitaplarda yazmıyor, hala aramızda da varmış demek!” diye geçirdim içimden. Gözlerim doldu, söylemek istediğim her şey düğümlendi boğazıma.
Benim durumu öğrenmemle birlikte yurtta yeni bir düzenleme yapıldı. Artık Suat Ağabey de bir yatakta yatıyordu.
Herkesin bir kahramanı vardır. Farkında olduğu, olmadığı, hakkında birilerine bir şeyler anlattığı veya içinde bir sır gibi sakladığı.
Benim kahramanım Suat Ağabeydi. Öğretmen oldum. Yıllarca idarecilik yaptım. Binlerce öğrencinin sorumluluğunu taşıdım. Suat Ağabey’den belki fazlaca bahsetmedim. İçimde sır gibi sakladım onu. Fakat Suat Ağabey yaptığı fedakârlıkla, dünyada eşine az rastlanabilecek jestiyle benim hayata bakışımı değiştirmişti. En kritik ânımda bana yol gösterdi, adeta deniz fenerim oldu. Yetişmesine katkı sağladığım bütün öğrencilerin üzerinde onun da hakkı vardır.
Beni üniversiteyi bırakıp İstanbul’dan ayrılmak üzereyken yakalayan ve bağrına basan, günlerce hiç bir şey hissettirmeyen Suat Ağabey, her hatırladığımda kendisine dua ettiğim ve onun gibi olmak için kendi kendime verdiğim sözü yenilememe vesile olan kişidir.
Sevgili Suat Ağabey, Allah senden razı olsun, sevdiklerinle sağlıklı, hayırlı ve uzun bir ömür yaşaman için hep duacın olacağım. Dualarımda her daim yer verdiğim Sevgili Mehmet Yıldırım Hocam, ebedi âlemde nur içinde yattığını ümid ediyor, derecenizin âlî olmasını diliyorum.
recep.kocakk@gmail.com