Necip Fazıl’ı rüyada görmek

Recep KOÇAK

Öyle hikâyeler öyle rüyalar vardır ki bazen onu dinlediğiniz kişi tamamen ya da kısmen unutmuştur ama o sizin hafızanızda dipdiri capcanlı duruyordur. Kimi zaman anlatan öylesine anlatır ama dinleyenin dünyasında özel bir karşılık bulduğu için o hikâye, fıkra, hatıra ya da rüya bir ömür boyu tazeliğini korur.

Ankara İlahiyat’ta kimisi ile aynı dönemde bazısı ile farklı sınıflarda olsak bile aynı güzel ortamları teneffüs ederek birlikte okuduğumuz dostlarımızın oluşturduğu bir sosyal medya grubumuz var. Grubun kurucusu Kemal Akın Ağabey ortaya her hafta bir konu atıyor, o konu etrafında paylaşımlar yapılıyor. Mayıs ayı Necip Fazıl Kısakürek merhumun hem doğum hem de ölüm ayı. Vefat yıldönümü yaklaştığında Kemal Ağabey konuyu Necip Fazıl Kısakürek olarak duyurdu.

Bu çağrı bana içinde Necip Fazıl’ın da geçtiği bir rüyayı hatırlattı. 30 küsur yıl önce dinlediğim o rüyayı tabii ki bütün detaylarıyla değil ama ana hatlarıyla hatırlıyordum. Rüyayı gören ve bana anlatan kişi, İslam Mecmuasının Ankara Temsilciliğini yaptığım yıllarda (1986-90) birlikte çalıştığımız Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi mezunu Giresunlu arkadaşımız Mehmet Fatsa idi. Kendisini aradım. Gördüğü rüyayı hatırlattım. Anahtar kelimeleri ve rüyanın ana konusunu anlatınca rüyayı hatırlamakta zorlanmadı.

Grubumuzda paylaşılmak üzere söz konusu rüyayı yazmasını istirham ettim. Sağ olsun beni kırmadı.

Kaleme aldığı rüyayı 29 Mayıs 2021 tarihinde akşam saatlerinde gönderdi. Ben de etkileyici bulduğum ve bütün geçmişlerimize, büyüklerimize rahmet okunmasına vesile olacağını ümit ettiğim o rüyayı grubumuzda paylaştım. Gruptaki arkadaşlarımız rüyanın içinde geçen büyüklerimizi ve kardeşleri, mekânları, çevreyi çok yakından biliyor ve seviyorlardı. Bu rüyaya dair satırlar her birimizi 40 yıl önceye götürdü. Birlikte yaşadığımız güzel günleri yâd ettik, üzerimizde emeği olan hocalarımızı rahmetle andık. Bu kadar güzelliği bize lütfeden Rabbimize hamdettik, şükrettik.

Halen Giresun’da önemli bir vazifede bulunan Mehmet Fatsa dostuma, nice hayırlara vesile olacağını umduğum bu satırları kaleme aldığı için teşekkürü ediyorum.

Rüyanın geçtiği atmosfer ve mübarek büyüklerimiz çok kişiyi yakından ilgilendirdiği için bu yazıya konu ettim. Fatsa’nın satırlarını takdim ederken Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan Hocamızın sıklıkla tekrar ettiği bir duayı bütün kardeşlerimiz için kayda geçirmek istiyorum; “Allah bize büyük rüyalar göstersin.”

….

Bir Rüyanın Düşündürdükleri

1980’li yıllarda üniversite kazanmak, kazanınca da kalacak yer bulmak oldukça zor, müşkül bir işti. Hele de özel ev tutup yerleşecek imkânınız yoksa üniversite tahsilinizi tehir etmeyi bile göze almak durumunda kalabilirdiniz. İstanbul, Ankara, İzmir ve Erzurum gibi belli büyük şehirlerde toplanmış olan üniversitelere devam eden öğrencilerin, devlet destekli ve yeterli imkânlarla donatılmış yurt ortamlarında kalabilmesi ise istisna bir durumdu. Bu yüzden sivil toplum kuruluşları ve çeşitli vakıf kurumları devreye girer, öğrencilerin barınma-beslenme gibi ihtiyaçlarının karşılanmasına yardımcı olurlardı.   

1982 yılının sonbaharında, Ankara’nın kurak ve soğuk ikliminde çaresiz kalmak, taşradan gelmiş benim gibi bir öğrenci için oldukça zor ve sıkıntılı bir durumdu. Gerçi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi köklü bir üniversitede tarih bölümünde okumaya hak kazanmak herkese nasip olabilecek bir durum değildi. Ama kalacak yer sorunumu çözemezsem, kaydımı askıya alıp tahsilime ara vermem gerekebilirdi. Memleketten gelirken ismini aldığım Ömer Ağabey’in Demetevler Öz-Elif Sitesi’ndeki evinde bir akşam misafir olmuş, ondan bazı bilgiler edinmiştim. Onun verdiği bilgiye göre Ankara İlahiyat Fakültesi’nden hocası M. Es’ad Coşan’ın mütevellisi olduğu Hak-Yol Vakfı’nın öğrenci evlerinde yer bulup kalabilirdim. Ama bu camiayı hiç tanımıyordum, hakkında bilgi sahibi de olamamıştım. Fakülteye devam ettiğim ilk günlerde bazı cemaatlere mensup üst sınıflardan öğrencilerin bizim gibi çaresizleri aralarına kattıklarına şahit olmuştum. Ama memleketten ayrılırken ağabeyimin ve tecrübesine güvendiğim bazı dostların, bir yanlışa düşmemem konusunda uyarıları aklıma geliyor, her kesime tereddütle bakıyordum. Bu oluşumların hangisi doğru hangisi yanlıştı. Bunu tespit edebilecek ne zamanım ve ne de imkânım vardı. Kış ayları yaklaşıyor, Samanpazarı’nda kaldığım üçüncü sınıf bir otel odası da pek güvenli değildi. Bu yüzden bir karar vermem gerekiyordu.   

İşte böyle sıkıntılı günlerden birinde, Numune Mescidi’nde öğle namazını kıldıktan sonra dua edip Allah’tan “doğru olanla” karşılaştırmasını dilemiş, sonra da Fakülte’ye gitmiştim. Fakülte binasının taş merdivenlerinin üstünde çömelmiş vaziyette iken, aşağıdan uzun boylu, zayıf, gözlüklü ve üzerinde kapişon parkası olan bir gencin tebessüm ederek bana doğru geldiğini fark etmiştim.

Canlı ve samimi bir ses tonuyla “selâmün aleyküm!”  diye seslenince, bütün yalnızlık ve karamsarlık hislerim dağılıvermişti. İlk anda hatırlayamadığım samimi bir dostumla buluştuğumu düşündüm. Sevinerek ayağa kalktım, gayri ihtiyari boynuna sarılıp kucaklayıverdim. Sanki kırk yıllık bir ayrılığın hasretini giderircesine göz göze gelip konuşmaya başlamıştık.

“-Ben Cihat, Fars Dili ve Edebiyatı’nda okuyorum. Buralı, yani Ankaralıyım.”

Kısa da olsa bu samimi ve sıcak cümleler beni çok etkilemiş, yalnızlık hissimi ortadan kaldırmıştı. Günlerdir düşündüğüm, asıl sorun ortadan kalkıvermişti; Allah duamı kabul etmiş ve sanki “doğru olanla” karşılaştırmıştı. Kendimi tanıttıktan kısa bir süre sonra, kalacak yer sorunu gündeme gelmişti.

“-O iş kolay, şimdi otobüse binip Demetevler’de Öz-Elif Sitesi’ne gideriz. Orada okuldan arkadaşlar var, tanışıp konuşuruz” deyince daha da rahatlamıştım. Öz-Elif Sitesi, dönemin şartlarının zor ortamında kendini “muhafazakar” olarak tanımlayan kesimin yaşam alanını oluşturma çabasının bir ürünü olarak inşa edilmiş, 5-6 bloktan oluşan bir site idi. Orta yerinde özgün mimarisiyle dikkati çeken müştemilatlı bir de camisi vardı. Her hafta Perşembe günleri yatsı namazından sonra bu camide Ankara’dan ve dışından gelen insanlar toplanır, M. Es’ad Efendi’nin “hadis sohbetlerini” dinlerlerdi. Ben de ilk defa sohbete iştirak edecek, cemaate karışıp M. Es’ad Efendi’yi dinleyecektim. Aslında memlekette lise yıllarımda Mehmed Zahid Kotku diye birini duymuş, hatta yeni çıkmaya başlayan “’Tasavvufî Ahlak” kitabının ilk cildini okumaya başlamıştım. Kısaca tasavvufi alan yabancı olduğum bir konu değildi.

Perşembe günü gelmiş sohbet için ben de camiye gitmiştim. Yatsı namazını kıldıktan sonra camideki cemaat dağılmamış, hemen herkes kürsüye çıkacak hatibi beklemeye başlamıştı. Doğrusu çok meraklanmıştım. O vakitler gür sesli vaazlarıyla memlekette ün yapmış Timurtaş Hoca’dan daha ateşli konuşma yapacak büyüleyici özellikli birini beklemeye başlamıştım. Ancak beklediğim olmamıştı. Kısaya yakın orta boylu, ipek sesli ve son derece nazik davranışlı biriydi M. Es’ad Efendi. Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî’nin “Râmuz” adlı eserinden hadisler seçerek izah ediyor ve pek de bilimsel, akıcı, munis bir konuşma yapıyordu. Sohbet bittikten sonra biraz Kelime-i tevhit çekiliyor, sureler okunuyor ve sonra bağışlanıyordu. Oysa ben, daha coşkun, cezbeli ve cemaati ağlatabilecek hitabet ve cehri bir zikir icrası bekliyordum. Hülasa hayal ettiğim ve alışık olduğum şey bu değildi… Sohbetten sonra Öz-Elif Sitesi’nde kaldığım yerden ayrılmış, Şentepe Camii altında pansiyon havası verilmiş bir yere getirilmiştim. Burası inşaat halinde ve geldiğim yere göre imkânları yetersiz ve soğuk bir yerdi. Öz-Elif’teki konforu gördüğüm için buradan çok hoşlanmamıştım. İçime şüphe ve bir yeni arayış fikri düşmüştü. Buna karşın İlahiyat Fakültesi ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne devam eden öğrencilerin burada toplanmış olması ise beni kalmaya zorluyordu. Karar verebilecek vaziyette değildim. 

O akşam, yatsı namazını Sezai Ağabey’in imametinde eda etmiş, odalarımıza çekilmiştik. Burada kalıp kalmama konusundaki tereddüt içimde büyürken, yatıp uyuyamazdım. Tekrar abdest alıp mescide geçtim ve memlekette babamın başvurduğu ve bana da tavsiye ettiği istihare namazını kılıp, derdimi Allah’a havale etmeye karar vermiştim. Öyle de yaptım ve sonra da odama geçip abdestli bir şekilde yattım. Şartlandığım için midir, bilemem ama gerçekten berrak bir rüya görmüştüm. Yine Demet’te Öz-Elif Sitesi Camii’ndeymişiz. Ama bu defa Cuma namazı kılınıyormuş. Hutbeyi Mehmed Zahid Kotku okumuş, sonra da namazı M. Es’ad Coşan Hoca kıldırmış. Ben caminin gerisinde cemaatin içinde diz çökmüş vaziyetteymişim. Sol tarafımda Cihat, sağ yanımda ise Necip Fazıl merhum oturuyormuş. Ama onun oturuşu biraz farklıymış; iki elini dizlerine kavuşturmuş, başı açık ve en önde M. Es’ad Coşan Hoca’yı bana işaret ediyor gibi bakıyormuş. Memlekette iken Üstad’ın “Son Devrin Din Mazlumları” kitabını okumuş çok etkilenmiştim. Hazır yakalamışken kitaptan biraz soru sorayım diye ona yönelince sol kolunun dirseği ile beni sertçe dürterek öne bakmamı ikaz etmiş. Rüyanın son kısmını pek hatırlamıyorum, ancak musafaha için önümde merhum Necip Fazıl olduğu halde cemaati müteakip ilerlediğimiz, hayal-meyal aklımda kalmış.

Sonrası; Antalyalı Ramazan’ın sabah namazına kalkmam için seslenmesi ve Şentepe Camii altında başlayan yeni bir gün. Sabah namazdan sonra başlayan ve yaklaşık bir saat süren “evrad okuma”, müteakiben işrak namazının edası ve topluca yapılan kahvaltı. Sabahın mahmurluğunda daha önce bunlar bana çok zor gelirdi. Ama şimdi öyle değildi, çünkü bütün tereddütlerim bitmiş ve kararımı verebilecek noktaya gelmiştim. Artık yol arkadaşlarımın arasındaydım. 

M. F

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.