Cumartesi günü, Sevgili Leyla İpekçi, Zaman'daki sütununda, genç kuşağın parlak isimlerinden Enver Gülşen kardeşimin Külliyat'tan yayımladığımız Sinemanın Hakikati ve Hakikatin Sineması başlıklı kitapları üzerine, "Bir Medeniyet Rüyası" başlıklı nefis bir yazı yazdı.
Enver Gülşen'in kitaplarına, -hazırlanmasından yayımlanmasına kadar bütün süreçlerinde- doğrudan katkı verdiğim için bu kitaplar hakkında yazı yazmam şık olmazdı. (Aksi takdirde, dört beş yazı yazardım mutlaka).
Enver Gülşen, bu kitaplarında, sinemayı, sanatın bütün diğer türlerinden, hayattan ve düşünceden ayrı düşünülemeyecek bir medeniyet meselesi olarak algılıyor ve sinema üzerinde/n esaslı bir düşünme çabası ortaya koyuyor. Türkiye'de, sinemada, çığır açıcı bir çalışmaya imza atıyor.
Ama kitabın Türkiye'de gerek entelektüel çevrelerde, gerekse sinema çevrelerinde hak ettiği ilgiyi henüz gör/e/mediğini görüyorum. Böyle bir çalışma, "sinemada iktidar" olan "malum" çevrelerce yayımlanmış olsaydı, haftalarca Türkiye'nin entelektüel gündemine otururdu.
***
Leyla İpekçi'nin yazısı, -birkaç röportajı saymazsak- bu sessizliği bozan güzel bir "çıkış" oldu. İpekçi'nin yazısında, -yazısının kurgusundan ötürü- atlandığını gözlemlediğim çok önemli bir mesele var: Ayşe Şasa'nın Türkiye'de sinema üzerinde düşünülürken bir milat olduğu gerçeği.
Ayşe Şasa'nın konumu konusunda Leyla İpekçi'nin de aynı şeyleri düşündüğünü sanıyorum; -hele de sinema-tasavvuf ilişkisi sözkonusu olduğunda Ayşe Şasa'sız cümle kurmak olmaz.
Leyla İpekçi, "kadir-kıymet bilmeyecek" biri değil. Kaldı ki, romanda açtığı çığır, kurduğu dil, deneme ve düşünce yazılarındaki incelikli ve imajinatif yolculuk, bu ülkenin çapsız "edebî iktidar"ı tarafından kavranamadığı için, kendisi, bizzat hakkı yenmiş bir yazar zaten.
Leyla İpekçi'nin bu düzeyli "sanat faaliyeti"ni -bence- mümkün kılan yegâne şey, kişiliği, dürüstlüğü, samimiyeti ve sahiciliği.
O yüzden, yazısının çatısından ötürü dikkat çektiğim eksikliğin mutlaka tamamlanması, giderilmesi gerekiyor. Burada bu eksikliği gidermeye çalışacağım.
***
Nasıl ki, -Leyla İpekçi'nin eşi- Semih Kaplanoğlu, her zaman vurguladığım gibi, Türk sinemasında bir milatsa, aynı şekilde, Semih Kaplanoğlu'nu doğuran entelektüel ve filmik aura'nın temellerini atan öncü bir yazar ve film-düşünürü olarak da Ayşe Şasa bir milattır. Bu ülkede, gerek sinema yapan, gerekse hem sinema üzerinde düşünen, hem de sinema üzerinden ülkemizin ve dünyamızın sanat, hayat ve düşünce sorunlarını bir medeniyet meselesi olarak düşünen, yazan ve "konuşan" bizim kuşağın bütün isimleri üzerinde Ayşe Şasa'nın hakkı, emeği çok büyüktür.
Ayşe Şasa'nın Dergâh dergisinde yayımlanan yazılarından oluşan Yeşilçam Günlüğü başlıklı kitabı, film estetiği, film dili; dünyaya armağan edeceğimiz sinemanın estetik, kültürel ve fikrî kaynakları, temelleri; özelde sinemanın, genelde bütün sanatların ve düşünce hayatımızın entelektüel sorunları üzerinde yazılmış bir başyapıttır.
Sinema üzerinde düşünen, yazan birinin başvuracağı, elinden düşüremeyeceği, dönüp dönüp yeniden bakmadan edemeyeceği ilk ve son metindir Ayşe Şasa'nın kitabı.
Sadece sinema üzerinde düşünen, yazan kişilerin mi? Sinema yapan kişilerin de başucu kitabıdır Yeşilçam Günlüğü. Ayşe Şasa'nın kitabı, hem Türk sinemasının, hem de dünya sinemasının estetik ve entelektüel sorunlarını özlü, kusursuz bir Türkçeyle -filmleri, sinema akımlarını filmik, estetik ve idrak biçimleri üzerinden çarpıcı bir dille- tartışan bir rehber metin.
***
Karşımızda tastamam bilge, derviş bir insan var: Çabası, yalnızca düşünmek ve yazmaktan ibaret olmayan; yaşadığı entelektüel dönüşümün verdiği derin ve ağır sorumluluğun bilinciyle hareket etmekten bir an bile geri durmayan; dünyanın dört bir tarafına uzanan telefonlarıyla, "sesiyle", "soluğuyla" kendi fildişi kulesinden size yol gösteren, önaçan, öncülük yapan; sayısız insanın elinden tutan bir öncü; şu kafası karışıklar ortamında zihninizi zonklatan, sizi "tedirgin eden", "uykularınızı kaçıran", bunu vazife bilen çağdaş zamanlar dervişi, bilgesi var.
O yüzden -film felsefesi, iletişim felsefesi ve diğer çalışmalarım çerçevesinde yaptığım teorik yolculuklarımı, kavramlaştırmalarımı kitaplaştırmayı ertelediğim, bunları başka arkadaşlara anamın ak sütü gibi helâl etmekten çekinmediğim için,- üzerinde özene bezene, titizlikle çalıştığım beş ciltlik "Fütûhât-ı Medeniyye" kitabımı kendisine ithaf edeceğim; ona olan borcumu/zu ödemenin yollarından biri bu, diye düşünüyorum.