İnsan iç dünyasında hissettiği, gözüyle değil beyniyle gördüğü, aslında bir o kadar çok kimsenin göremediği şeyi-şeyleri sürekli kamufle edemiyor. Elbette Allah'tan sabrı gerektiren değil, şükrü gerektiren şeyler istenir. Eğer Allah'ın verdiği nimetler sizi O'na (cc) yakınlaştırmıyor O'ndan uzaklaştırıyorsa, sanki sabrı gerektiren şeylere daha fazla ihtiyacınız var; aklınızı başınıza toplama adına...
Nimete gark olup yaşı da altmışı geçmiş kimilerini; üstelik de geçmişinde davaya adanmışlık varken, kendisine verilmiş onca nimeti, bir altmış sene daha yaşayamayacağını bildiği halde Allah'ın rızasına ikame edeni görünce-bilince aklıma geldi bunlar... Sayısı belirsiz nimete karşın, gece kalkamayan veya sabah sıcak yatağından çıkamayan, hatta duruma göre 10'lara, 12'lere kadar uyuyan sözde müslümanları görünce düşündüm. Zira o sayısı belirsiz nimet bizim de uzağımızda değil... Ne kadar feragat ve fark ettiğimiz o kadar tartışmalı ki... Bakın küçük bir fiyat oynamasında neler geldi insanların aklına…
Ülkeler bile büyük hamleleri büyük savaşlardan sonra yapabiliyor. İnsan hayatını kolaylaştıran buluşların pek çoğu da savaş gibi olağanüstü dönemler sonrasında keşfedilmiş... Veya sonradan sahteleriyle değiştirilmiş olsa da, hakiki kahramanlar da böyle dönemlerde, zorluklar altında ortaya çıkıyor. İnsan da öyle değil midir; sabrı gerektiren şeylerle ‘pişer’ değil mi… Nitekim maddi anlamda sabredip çalışmak da öyledir, manevi anlamda ‘pişmek’ de… Yunus’un dediği gibi diyebilsek keşke; ‘piştik elhamdülillah…’
Aksi örnekler de var elbette... Bir başka deyişle barış ve refah zamanlarını iyi değerlendirip soyut ya da somut kazanımları bize kadar ulaşan medeniyetler... Mimar Sinan böyledir mesela... Ya da hayatımızda pek çok örneği olan ve yazılı olmayan kimi kurum ya da öğretiler; tasavvuf ekolleri gibi...
Tabii ki de arzu etmeyiz ve hoşlanmayız ama, bu manevi derin uyku hali; sanki sürenin daraldığı gibi bir izlem veriyor insana... Allah bizi birisinden (15 Temmuz) korudu belki ama bir sonraki için garanti de gayret de yok gibi... Üstelik ölüm de pek dimimizde değil mi… Kişisel gayretle kendimizi kurtarmamız mümkün olsa da toplumsal gaflet hali adeta beyin ölümü gibidir. Normale dönmek için en az bir nesil geçmesi gerekir bir başka deyişle… Bu da yüz yıl demektir.
Medeniyet perspektifi bir yüz yıl daha toprağa mı gömülür bilemiyor ve temenni etmiyorum elbette ama bu gaflet, bu vurdumduymazlık ve bu azgınlık halinin bizi nereye taşıyacağı noktasında derin endişelerim var. Bunun ön uyarıcıları da gelmedi değil. Zira sizin ilmek ilmek el emeği göz nuruyla ördüklerinizin duruma göre bir kibrit çakımlık ömrü olabiliyor. İşte İstanbul bu gaflet halinin bir eseri olarak yanlış ellerin inisiyatifine terkedildi ve geri alınsa bile tamiri ne kadar süreceği belirsiz. Ve bunun yerelden genele taşınmaması için pek az sebep var ortada...
Gördüğünüz gibi çok basitmiş gibi gözüken gaflet hali bizi nerelere sürükleme potansiyeli taşıyor bünyesinde... Ama hiçbir şekilde her şey bitmiş filan değildir. Zira sayısal çoğunluk bir yana niteliksel ağırlığı ya da özgül ağırlığı olan, ancak görüntü vermek gibi bir derdi olmayan yiğitler gece gündüz çalışıyor. Ama bu gaflet hali sürdüğü müddetçe bir gün onların da gücü yetmeyebilir. Daha doğrusu Allah onların işlevini geçmiş yüz yılda olduğu gibi bir yüz yıl daha erteleyebilir. Hafazanallah...