Eminönü Meydanı'nın o hınca hınç kalabalığından mısır çarşısının ön kapısına yaklaşırken; çarşının ışıltısının yanında baharat kokularına karışan taze çekilmiş kahvenin büyüleyiciliğine kendinizi kaptırıp unutursunuz etrafınızda size çarpa çarpa geçen kalabalığı, sizi mağazaya çekmek için bağırışan satıcıları.. Öylece; İhtişamlı bir sarayın ulu hünkarı gibi ilerlersiniz hayaller aleminde usul usul… Aradığınız ve almak istediğiniz bir şey olmasa bile, sizi cezbeden lezzetlerden nemalanırsınız belki de, hiç aklınızda olmadan.. belki bir çiftekavrulmuş lokum, belki taze çekilmiş kahve, belki süslü parlak giysiler, takılar, size aklınızdakileri unutturur derecede büyüler. O muhteşem yalnızlığınızın asil adımlarıyla ne ses, ne kalabalık, ne kalabalığın neden olduğu küçük adımların farkında değilsinizdir artık.
Sağ koridora yönelip postahane istikametine devam ettiğiniz yol boyunca uğultulu yoğun kalabalık arasında kendi sessizliğinizde ilerlersiniz. Ta ki sokağı bitirip Cağaloğlu’na, Babıâliye yöneldiğiniz vakte kadar, o gizemli hipnoz sizi kendinizle başbaşa bırakır.
Sesleri ve kalabalığı gerilerde bırakıp yokuşu tırmanmaya başladığınızda, özellikle sabahın çok erken saatlerinde, denizin rüzgarla kulaklarınıza taşıdığı tarih, anılar, yaşanmışlıklar eşlik etmeye başlar kendi yalnızlığınızdan alarak sizi.. Siz çıktıkça, yıllardır önünden geçtiğiniz o güvenli, alışıldık ve hep aynı kalacağına emin olduğunuz dükkanlar karşılar sağlı sollu yokuş boyunca, Valilikden yukarı adımladıkça ihtiyar beldeyi..
Beş ya da altı yaşındaydım ki okula henüz başlamamıştım merhum Burhan Felek’in Hacivat-Karagöz’ün hayal perdesine benzeterek “Hayal Âlemi” dediği, tutkal kokusunun, taze basılmış kitap kokusuna karıştığı o atmosverle büyülendiğimde.
Dedemin Katip Sinan yokuşundaki dükkanından, babamla, bana vadettiği süprizi keşif hevesiyle yarı arşınlayıp, yarı yoruldum deyip kucakta seyahat ettiğim o muhteşem günde sahip olmuştum ilk kitabıma… Matbaa sesleri, kalabalık, güler yüzlü kitap satıcıları, renkli vitrinlerdeki cafcaflı kitap kapakları, rengarenk kalemler, afişler vs. vs… Hepsi sanki dünmüş gibi.
İlk kitabım renkli, kuşe kağıda alabildiğine parlak, yazısız, hayvan ve doğa resimleri olan bir kitaptı. Bir de sarı renkte, üzerinde mavi düğmeleri olan ve bu düğme yardımıyla arasına koyulan kağıtların bir kısmını kapatarak, resimlerden; bayrakları, meslekleri, meyveleri, hayvanları tanıtan kartlar olan bi palet… ve bu serüven okul hayatım boyunca, sıklıkla devam etti.
Ne hoş bir tevafuktur ki; çalışma hayatına başladığım 1989 yılındaki ilk mekanım da yine bu büyülü belde oldu. Zaman içinde gazetelerin, matbaaların, kitapçıların yavaş yavaş hüzünlü vedalarına şahitlik ettik yallarca.
Televizyon kanallarının 90’lı yılların başından itibaren çok sesliliğe geçişi, iletişimi evrensel ilkelere sahip olmayan, reklam verenlerin ve tüketicilerin talepleri doğrultusunda şekil alan bir homojenliğe doğru yöneltmiş, böylece ilkeli yayın ve gazetecilik, giderek önemini yitirmeye yüz tutmuş ve tüketici taleplerine göre şekil alarak çizgilerinden ve kalitelerinden ödün vermelerine, haber alma kaynağı olma misyonlarından çıkarak, reklam ve promosyon objelerine dönüşmelerine neden olmuştu ne yazık ki.
Sağlı sollu Osmanlı ihtişamının gölgesinde 1800’lü yıllardan sonra daha da ehemmiyet kazanarak, sadrazam ve sadrazamlığa kol kanat geren semt, bu hasletiyle Babıâli ünvanına mazhar olmuştu.
Necip Fazıl’ın “Dâima Cemiyet” olarak isimlendirdiği Babıâli _nam-ı diğer Cağaloğlu_; başta Gazeteciler Cemiyeti olmak üzere, sair birçok cemiyet ve Milli Merkez’in İstanbul temsilciliğini bugün de gururla taşımaktadır tarihinin gölgesinde.
Tüm dünyanın nazarında, Osmanlı yönetimini tasvirde, haber alma kaynağı olma özelliğini muhafaza ettiği uzun Cumhuriyet yılları boyunca da basını tasvirde “Babıâli” ismi ile kabul görmüştür. Basında Babıali ismiyle hitap bulan semt; matbaa ve yayın camiasinda Cağaloğlu ismiyle de meşhurdur.
Cağaloğlu ismini; 16 yüzyılın sonlarında, haçlı donanmasıyla Osmanlı’nınTunus yakınlarında gerçekleştirdiği Cerbe Deniz Savaşı’nda babası ile birlikte esir düşen Cenevizli Cicala ailesinden gelen; babasının ülkesine dönmesine rağmen, Osmanlı topraklarında kalarak Devşirme okulunda yetiştirilen; Cığalazade Yusuf Sinan Paşa’dan alır. Sırasıyla; ordunun birçok kademesinde önemli görevlere getirilen, 10 yıldan uzun süre Kaptan-ı Derya’lık görevini üstlenen ve hatta kısa bir dönem de olsa Sadrazamlık makamına kadar yükselen önemli bir devlet adamındır Cığalazade Yusuf Sinan Paşa. Yaptırdığı Camii ve Hamam, ünlü ve önemli eserlerdendir.
Babıâli baskını gibi, yaraları sarılamayan ve anlamlandırılamayan elim fırtınaların izlerini günümüze taşıyan en önemli olay mahalli olarak capcanlı dikilir karşınıza, tarihde okuyup, yorumlarını binler defa dinlediğiniz hikayelerin izleriyle bu yorgun semt.
Tanzimat’tan sonra Hariciye Nezareti (Dış İşleri Bakanlığı) olarak kullanılan bu günkü İstanbul Valiliği’nin bulunduğu, gerek coğrafi konum ve gerekse şahitlik ettiği makamların ehemmiyeti hasebiyle hala önemini koruyan bina ve manevi ağırlığı; Marmara’nın dalgalarından esinlenmişçesine çalkantılarla, ama sapa sağlam direnerek günümüze kadar taşımıştır cazibesini.
İktidara muhalif seslerin basın cenahının, Babıâli olarak tanımlandığı 2000li yıllara kadar ehemmiyetini sürdüren bu mekan; zamana ve iletişim teknolojilerine direnen bir avuç vefalı zanaatkâr ve sanatkârı ile gülümseyerek kucaklar yine de sizi, bir açık hava müzesi’nden çok, “bir hayal perdesi” edasıyla; görmek istediğinizde.