Genellikle uyanıkken rüya görenlerden değilimdir; gece boyu gördüğü sayısız rüyanın çoğunu hatırlayanlardan bile olamadım. Gördüğüm rüyaları nâdiren hatırlarım, gündüz ise -ne kadar gözlerimi kapatırsam kapatayım- etrafımdaki reel dünyadan kopmayı bir türlü başaramam.
Tek istisna dündü. Yeni bir yıla telâş içerisinde girmenin verdiği yorgunlukla arkama yaslanır yaslanmaz bu dünyadan koptum ve farklı bir âleme geçiverdim. Zihnim bir çırpıda başkentler (Washington, Moskova, Londra, Paris, Berlin, Bağdat, Tahran, Şam, Riyad) arasında dolaşıyor, her geçişte ya Ankara'da ya da İstanbul'da bir müddet nefeslenme molası alıyordu.
Washington'da Beyaz Saray'da bir buluşmaya kayıyordu zihnim. “Türkiye'nin Ermenistan ile sorununu, Kürtleri sistem içine entegre etmeyi konuşuyorlardır” önyargısıyla kulak verdiğimde görüşülenlere, işittiklerim hayli farklı gündem maddelerinin konuşulduğuna işaret ediyordu. “Türkiye'nin zengin ve müreffeh bir ülke haline dönüşmesi nasıl olabilir?” sorusuna cevap arıyordu Tayyip Erdoğan'ı ağırlayan Barack Obama ile kurmayları...
Birden zihnim iyice doğuya kayıyor, Riyad'ta, Şam'da, Bağdat'ta, Erbil'de, kendimi, yetkili çevrelerin merkezine Türkiye'yi koydukları değerlendirmeleri dinlerken buluyordum. Riyad'ta altın sırmalı egali ve diğerlerinden farklı kefiyesiyle kral ağırlığı taşıyan biri, “Dubai deneyiminin başarısızlığı sizi İstanbul'a gitmekten geri tutmasın” diyordu Batı tarzı giyinmiş Arap dinleyicilerine; “Dubai sahteydi, İstanbul sahici...” diye ekleyerek...
Şam'da yakınlarını etrafına toplamış uzun boyunlu genç adam “Ülkemize Türkiye'den gelenlere kendi vatandaşımızmış gibi davranılacak” talimatını veriyor, Bağdat'ta karmakarışık giysilerinden her eğilimin temsil edildiği anlaşılan bir toplantıya başkanlık eden aydınlık yüzlü kişi, herkesin gözünün içine bakarak, “Amerikalıların çekilişi başladı, aman Türkleri darıltmayalım” tavsiyesini yapıyor, Erbil'de telefonun başına çökmüş peşmerge kıyafetli peşulu biri, muhatabına, “Dağdakiler işin nezaketini anlamıyor galiba, tahammülümüzün de bir sınırı var” sıkıntısını iletiyordu.
Tahran'da bir eli çarpık siyah sarıklı sakallı bir ihtiyarın, etrafını çevreleyen sarıklı ve sakallı danışmanlarına, “Nükleer silâh zaten günah, Türkiye'nin bütün bölgeyi nükleer silâhlardan arındırma amaçlı projesine destek çıkmak bizim de lehimize” dediğini de işittim.
Paris ve Berlin'den çıkan sesler ne dendiği ayırt edilemeyecek kadar kakafonikti, ama Londra'da karşıma çıkan boğuk sesli centilmen, anladığım bir dilden, “Sarkozy ile Merkel'i gözünüzde çok büyütüyorsunuz, sonuçta onlar da karar verirken bize danışacaklar” deyince rahatladım.
En tatlı sözleri ise zihnim Ankara'da karar kıldığında işittim. Hiddeti ve hırçınlığıyla tanınan bir siyasi, “Baştan beri karşı çıktığıma bakma” dedi bana ve ekledi: “Süreç sarpa sarıyor diye az kalsın yüreğim ağzıma gelecekti; o gün bu gündür, saldırmak yerine, 'Allah yardımcıları olsun' diye dua ediyorum...”
Onun bu beklenmedik sözlerini işiten rütbeli-sivil nice kişinin ağızları eşzamanlı olarak açılıverdi. Herbir ağızdan ne çıktığını anlamam mümkün olamadı, ama söylediklerinin özeti, 2010 yılının dünyada ve çevremizde 'Türkiye yılı' olması için el birliğiyle çalışacakları kararlılığıydı. Kim olduğunu tam fark edemediğim birinin, “Keşke bu yılın bütününde ben de olsam ve başarıları eksiksiz paylaşsam” dediğini açıkça duydum.
Gözlerimi açtığımda bilgisayar ekranının yüzüme boş boş baktığını görünce nasıl bir hayal kırıklığı hissine kapıldığımı tahmin edebilirsiniz. Yine de, gündüz vakti, iki gözüm de açıkken gördüğüm rüyayı unutmadan yazıya dönüştürmeye karar verdim.