İhtiyar kadın, başındaki yemenisini itinayla düzeltti. Sedirin yastığına yaslanmış, eskimeye yüz tutmuş emektar tahta pencereden dışarıya bakıyordu. Ne vakittir burada oturduğundan bihaberdi. Günün akşama döndüğü de mart ayının evvelkinden daha sert geçtiği de aşikârdı.
“Ömrün kesilsin Şerife kadın! O saçlarını kökünden yolmaz mıyım? Seni köy meydanına kadar sürümez miyim? Hele bir beyim gelsin de!” diye mırıldandı. Sesi de elleri gibi titriyordu.
Metruk bina gibi görünen bu evin köyün en sonunda olmasından gayri bir kederi olmamıştı. Bundan sebep komşulara da köy bakkalına da ıraktı. Ne yazık ki beyaza bürünmüş ağaçlardan ve geniş ravzadan başka görünen bir manzara da yoktu. Şu soğuk kış gününde insan yeşile, sıcağa, etrafta özgürce dolaşmaya hasret kalıyordu. Fakat akşamdan yapılan ekmeğin kokusuyla sıcak odada kendinden geçmenin tadı da bir ayrıydı.
“Hele gelsin, bir avuç beyaz leblebisini yesin…” diye söylendi kendi kendine.
Eşi Mükrem Bey, daima az ve öz konuşurdu, zaten mikvâl bir kişiliği olsaydı latife ve iltifatlarına bu kadar dikkat kesilmezdi. Son günlerde onu ziyadesiyle dem-beste buluyordu. Bunda Şerife kadının parmağı olmalıydı. Zinhar yanılıyor olamazdı, su-i zan da değildi.
Henüz on yedisinde anne babasının münasip bulmasıyla evlenmişti Mükrem Bey ile. O dünyada başına gelen en güzel şeydi, dil-rubâ biriydi aksi olsa gönlü serseriyâne bir halde dağılıp giderdi. Dünya evine girdiklerinden beri her görüşünde kalbinde bir heyecan hâsıl oluyordu. Ondan sebep inekleri sağmaya gittiğinde dahi onu özler, böyle sabırsızlıkla yolunu gözlerdi. Eskiden ahır işleriyle uğraşan, ayak işlerine koşan yardımcıları, maddi olanakları geriledikçe teker teker çekip gitmişti. Şimdi marabalık yapmak da imkânsızdı. Tarla tapandan, işçilere gönderilen sefer taslarından eser kalmamıştı. Elbette ebrek zamanlardan ruh haline zarar vermeden kıt kanaat geçinmek her yiğidin harcı değildi. Zaten cömertlik kocasının hasletinde vardı. Allah bilir ya Şerife kadın da bundan dolayı fikrinde firar etmişti.
Eşi Mükrem Bey’i düşündükçe çehresine yayılan tebessümü alenen hissedebiliyordu. Ona her akşam mükâfat babında bir avuç beyaz leblebiyi elleriyle yedirmese içi rahat etmezdi Emine Hanım’ın. “Emine’m, ciğer parem” der, ardından ona reva bütün sözleri sıralardı. Nasıl sevmesin idi onu, nasıl beklemesin idi yolunu böyle.
Bugünkü leblebileri de hazırdı Mükrem Bey’in. Kendi eliyle yine eşinin leblerine dokundura dokundura yedirecekti. Varsın eli titresin idi, heyecandan olduğunu düşünürdü Mükrem’i. Şalvarının içinden beline bağladığı kesesini araladı. İçinden mendili çıkarıp iki düğümü de dakikalarca uğraşarak çözdü. İşte buradaydı beyaz leblebiler, tam bir avuç olmasa da bu akşamlık yeterdi. “Fevkalade” diye mırıldandı. Sesini kendi bile duymadı, kulakları da epeydir ağır işitir olmuştu.
“Ömrün kesilsin Şerife Kadın! Hele bekle, hele dur!” diyerek dışa açılan tahta kapıya baktı. Kuzinenin ateşi geçmeden birkaç parça odun atsa iyi olacaktı. Bu soğukta inek sağıp gelen -muhtemelen helkeyi donmuş parmaklarıyla taşıyan- eşi, sıcacık evinde huzura boğulmalı, kendisiyle iftihar etmeliydi. Ona yine mükellef bir sofra da hazırlamalıydı. Hafiften bükülen beli doğrulmasına engel olsa da yemeğini yapacaktı. Bir deri bir kemik kalmış bedenini ağır hareketlerle kaldırdı. Kuzinenin yanındaki tek odunu attıktan sonra kilerin kapısına yöneldi.
Şalvarının ağı yere kadar değiyordu, eliyle önünü toplar gibi yaptı. Zaten artık esvaplarının da miadı dolmuştu, bunu da kesip tez zamanda kırk yama bir minder yapmalıydı. Kilerin kapısını yaklaştı, kapının demir halkadan yapılma kolunu tutup itti, açamadı, bedenini yan çevirip kapıya dayadı, yeniden denedi, zorladı, açılmıyordu. Yine mi sıkışmıştı bu kapı? Yazdan kuruttuğu patlıcan kurularından tarhanasına kadar bütün erzak oradaydı. Birden gözüne asma yaprakları ilişti. Bunu daha önce niçin akıl edememişti ki? Uzun zamandır da sarma yapmamıştı. Hemen işe koyulmalı, baharatı bol bir iç karıştırıp, Mükrem’inin ince parmakları gibi sarıp hazırlamalıydı. Vakit kaybetmeden yaprakların başına geçti. Bir yandan da eşini düşünüyor, hava iyice kararmadan gelmesi için dualar ediyordu.
“Hele gelir daha, bir avuç leblebisi de hazır,” diye söylenirken hayallere daldı.
Yemekten sonra eşi ona güzel sohbetiyle eşlik eder, ısrarına dayanamazsa hayat mertebelerini yumuşak sesiyle tekrar anlatırdı. Ondan menkıbe dinlemekten büyük zevk duyuyordu. Vuslatına az kalmıştı belki de. Sevdiceğinin en son anlattıkları bir bir hafızasındaydı.
“Emine’m, ayazlarda yüreğimi ısıtan kadınım, kanadımın altındaki nur yüzlü gül kokulu yârim, dinle bak, seversin bilirim anlattıklarımı. Hazreti Hızır ve Hazreti İlyas aleyhisselam hayattadır ama ikinci tabaka-i hayattadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, yani bir vakitte pek çok mekânda olabilirler. İsterlerse insanoğlu gibi yer, içer, gezer. Fakat mecbur da değiller… Sen de her daim benim hem yüreğimde hem zihnimdesin…”
Ah ne tatlı dilliydi kocası. Kendisi gibi yaşlanmamıştı da üstelik. Ne beli bükülmüş ne yüzü kırışmış, ne kulakları ağırlaşmıştı. Yüzünde -tam kaşının üst tarafında- sonradan çıkan iki beni, göz çevresinde de gülümsemekten oluşan çizgilerinden gayrı bir şeyi yoktu. Ona olan düşkünlüğüne mübalağa diyerek alay edenler kendisine haksızlık ediyordu; ecelden korkusu dünya hayatından uzaklaşmak değil ondan ayrı düşmekti. Çünkü Mükrem Bey, ehl-i dünya birisi değildi. Onun kendisine değer verdiğini her akşam bir avuç beyaz leblebiyi yerken hayran bakışlarından, kendi nazarından dahi korkmasından, konuşurken bilmeden inciteceğinden çekinmesinden belli değil miydi? Eli boynuna gitti. İncecik zinciri oradaydı, “çeşm-i ahım, canım, cananım” demişti takarken kocası. Alnından da öpmüştü yine.
“Gayri gelmek üzeredir Mükrem’im, yoksa yol üstünde bir dostla rastlaşıp da bast-ı kelam mı ediyor civanım?” diye mırıldanırken şalvarındaki yaprakları derin bir kaba koyup üzerine su döktü, içini de hazırlayıp oturduğu yerden sarmaya başlayacaktı.
Epeyce uğraştı. Her şey tastamamdı. Hava da iyice kararmış, kuzinenin feri çoktan geçmişti. Cılız bedeni üşümeye başlamış, yorgun ve halsiz düşmüştü. Yeniden pencere önüne ilişip yemeğin pişmesini beklemeye koyuldu. Dışarıda cemedî bir hava vardı. Esen rüzgâr, ağaçlardan karları döküyor, yenisi zaman kaybetmeden gökten ahenk içinde aralıksız iniyordu. İyiden iyiye endişelenmeye başladı Emine Hanım. Gelir gelmez sütleri süzmeli, o pişerken sofraya oturmalılardı. Ardından mendiline sardığı bir avuç leblebiyi düşündü, hayale daldı. Aklında başka fikirler de hâsıl oluyor, düşüncelerinden hayâ ettiğinden olsa gerek yaşmağının ucuyla gülümseyen dudaklarını kapatıyor, mahcubiyet duyuyordu. Hayalleri, hatıralarını canlandırdıkça bahtiyar oluyordu.
Kaygısından perişan olduğu o vakitte önce bir erkek sesi, ardından da tahta kapının kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açılma sesini duydu:
“Anaaaa… Ben geldim.”
Önce ne dediğini anlamaya çalıştı, sonra kendisine şaşkın bir yüzle bakan adamı tanımaya çalıştı. Yüzü yabancı gelmiyordu.
“Ana! Ne yaptın sen? Nedir bu odanın hali? Hiç mi Allah’tan korkmazsın? Hiç mi beni düşünmezsin?”
Etrafa göz attı. Bu oda nasıl toparlanacaktı aklı kesmedi. Erkek haliyle zaten zor baş ediyordu. Giderken anacığının dışarı çıkıp kaybolmaması için üzerine kilitlediği evin kapısını, zaten buz kesilen odaya daha fazla soğuk girmesini engellemek için hızlıca kapatıverdi. Nerden başlayacağını bilmez, perişan bir halde soğuktan donmuş bedenini sedirin üzerine bırakıverdi. Zaten kendine dahi hayrı olmayan kahverengi eski paltosu kardan, yağmurdan iyice ıslanmıştı. Rutubet kokan odayı baştan sonra süzerek neler olduğunu anlamaya koyuldu. Kilitli tuttuğu mutfak kapısının önünde büyük bir tencereye toprak doldurmuş, içine soba tutuşturmak için kullandığı dal parçalarını kırıp karıştırmıştı. Saksıdaki çiçeğin bütün yapraklarını tek tek yolmuş, yapraksız çiçeğe eski yemenisini yırtıp yırtıp bağlamıştı. Kalktı, kuzinenin üst kapağını demir çubukla açtı. İçi su doluydu, üstelik çiçeğin yaprakları da içindeydi. Kilimin yarısı, anasının üstü başı sırılsıklam ıslanmıştı. Sobayı bu halde yeniden yakması epey vakit alacaktı, önce anasının üzerini değiştirmeliydi.
“Niye yaptın bunları ana? İlaçların bitti diye kasabaya kadar gitmiştim, ortalığı talan etmişsin. Çocuk musun sen Allah aşkına! Bu kadar mı, sen bu kadar mı…”
Cümlesini tamamlayamadı, yutkundu, anasıydı; susmalı, ne olursa olsun kalbini kırmamalıydı.
“Ne diyorsun yavrum?” dedi kadın. “Mükrem Bey’e yaprak sarması yaptım, gelir birazdan, inekleri sağmaya gitti.”
“Ne ineği ne Mükrem Bey’i ana? Babam öleli kırk yıl oldu, kırk! Hey Allah’ım? İki iyilikten birini, hayırlısıyla… ”
Aceleyle elindeki poşetten ilaçları çıkardı. Tez elden anacığına içirmeliydi. Onun vefatından sonra günbegün kötüye gitmişti durumu. Mustafa, genç yaşta dul kalan anası için evlenmemişti. Senelerdir bağrı, çoluk çocuk özlemiyle yanıp tutuşmuştu. Olsun, anaların hakkı ödenmezdi, olsun parmakla gösterilen bir evlat olmuştu. Anacığının duasını almıştı. İhtiyat etmişti; evlense elkızı gün gelir usanır, söylenir, zavallının gönlünü kırardı.
Şerife kadın, kasabaya giderken traktörü devirmiş, dört yolcunun ikisi birden oracıkta can vermişti. Kadın başına traktör kullanmak da neyin nesiydi? Bu vahim olay yıllardır hem kendilerinin hem köylünün de ciğerini yakmış kavurmuştu. Gözlerini yumup başını hafif yukarı kaldırdı. Bir nefeslik bir niyazdı bulundu Rabbine. İlacı çıkarıp bir bardak suyla anasına uzattı. Hemen içmesini söylüyor, Per perişan ve umutsuz haline acıyordu. Allah, anasına ömür verdikçe veriyordu. Doksanını geçmiş, ömrünün son yirmi yılını da bu pencere önünde geçirmişti.
“Aaaa… Beyaz leblebi,” dedi Emine kadın. “Seni haylaz çocuk! Yoksa benimkilerden mi aldın?” diye sordu. Telaşla şalvarının lastiğini araladı yeniden. Mendilini çıkardı. Düğümleri çözüp nemli gözlerle baktı:
“Mükrem’im gelir birazdan, bir avuç beyaz leblebi hazırladım ona… Ellerimle yedireceğim.”
“Kaldır kollarını ana, üzerini değiştirelim,” dedi Mustafa. Daha dün yıkadığı çamaşırlar, kireçle badana ettiği duvarın çivilerinde kuruması için sallanıyordu. Vaktin izafi olduğunu kimse inkâr edemezdi. Bu köhne evde yaşanan her an, saat misaliydi.
Fatma Çetin Kabadayı