Bir Alman, Bir Fransız ve Bir Türk
“Bir Alman, Bir Fransız ve Bir Türk” diye başlayan ve birçoğu hayatın gerçeklerine ve toplumlar arası farklı bakış açılarına işaret eden fıkraları bilirsiniz. Çoğu zaman gülüp geçtiğimiz bu fıkralar bazen bizim için ufuk açıcı da olabilir.
İçinde yaşadığımız toplumun bize dayattığı anlayışlar ve bakış açıları çoğu kere ufkumuzun önündeki en büyük engellerdir. Ufku geniş insan dediğimizde kastettiğimiz, bir konuya aynı anda birçok açıdan bakabilen dolayısıyla resmin bütününü görebilen kimsedir. Bunu başarmak o kadar da kolay bir durum değildir. Yani aynı anda hem Fransız hem Alman hem de Türk gibi düşünmek ve karar vermek oldukça zordur.
Bununla beraber, aynı ana babadan dünyaya gelmiş, aynı eğitimi almış ve aynı toplum içinde yetişmiş tek yumurta ikizleri bile her konuda aynı şeyi düşünemiyor ve aynı tepkiyi ortaya koymuyorsa, milyonlardan oluşan bir toplumun bireylerinin de her konuda aynı düşünmesini ve aynı tepkiyi vermesini bekleyemeyiz.
Öyle ki bir şahıs, toplumun bir kesimi tarafından kahraman olarak kabul edilirken bir başka kesimi tarafından hain olarak görülebilmekte ve her iki kesim de kendi haklılığını savunabilmektedir.
Bu durum normal şartlar altında kabul edilebilir bir durumdur. Fakat taraflar görüşlerini kabul ettirmek ve içinde yaşadıkları topluma hâkim kılmak için şiddet ve kitlesel ölümler dâhil her türlü yola başvurmayı meşru görüyorlarsa bu kabul edilebilir durum olmadığı gibi bunu önlemek için mücadele etmek te gereklidir. Kendini bir davaya adamış, bir ideal uğruna bazı fedakârlıkları göze almış kişiler o davaya inananlar tarafından kahraman olarak görülürler ve çoğu kez kahramanlar sorgulanmaz, sorgulanamaz. Oysa dinimiz bize en kutsal ideallere ulaşırken bile uymamız gereken birtakım sınırlar çizmiş ve bu sınırlara uymayanları zalimlerden kabul etmiştir.
Gittiğimiz bütün Afrika ülkelerinde gördüğümüz, halkın büyük bir çoğunluğu sefalet içinde yaşarken, idareyi ve ticareti ellerinde bulunduran belli bir kesimin batılı sömürgeci devletlerle birlikte olup bir zamanlar açıktan sömürdükleri bu halkları yeni yöntemlerle sömürmeye devam ettikleridir. Buna rağmen “Kanları pamukla emilen” bu halklar bunu kendilerine reva görenlere karşı büyük bir hayranlık ve saygı duymaktadırlar. Zaten olan bitenden haberdar olacak iletişim araçları, haberdar olduklarını yorumlayacak eğitimleri ve tepkilerini ortaya koyabilecekleri bir örgütlenmeleri söz konusu değildir.
Ülkemizde birkaç yıldır devam eden sosyal dönüşüm süreci bazı acı gerçekleri de ortaya çıkarmıştır; yıllardır bu toplumun kaynakları ile hüküm sürenler toplumun kendisine düşman olmuş ve statülerini korumak adına da her türlü komployu meşru görmüşlerdir. Öyle ki bu kendi askerimizi öldürtmeye kadar gitmiş ve bunu yapanlar kendilerini topluma “vatansever” olarak lanse etmişlerdir.
Halkımızın büyük bir bölümünün bütün bu olanları her şey gözlerinin önünde cereyan etmesine, bunu yorumlayabilecek bir eğitime ve tepkilerini ortaya koyabilecek bir örgütlenmeye sahip olmasına rağmen, kavrayamamış olması da ancak Afrika halklarında olabilecek bir durumdur. Aslında bu, fıkralara konu olan Türklerin durumundan çok da farklı değildir;
Bir Alman bir Fransız bir de Türk gizli bir örgüt tarafından yakalanırlar. Ve örgüt mensupları;
-Ülkeni mi daha çok seviyorsun yoksa karını mı? Diye sorarlar
Alman
- Ülkemi de karımı da seviyorum der.
Bu defa Fransız’a sorarlar
-Tabi ki ülkemi der.
-Tamam derler, al şu silahı içerde karın var git öldür.
Fransız içeri girer, 5 dakika sonra çıkar.
- Ne oldu? derler.
-Vuramadım, meğer karımı daha çok seviyormuşum der.
Sıra Türk’e gelir.
-Elbette ülkemi seviyorum der Türk.
Al şu silahı içerde karın var, git öldür o zaman derler, Türk içeri girer.
İçerden bir el silah sesinden sonra TAK-TUK-ÇAT-ÇUT sesleri gelir. Türk dışarı çıktığında sorarlar;
-Ne oldu, o sesler neydi?
-Ne olacak der Türk, verdiğiniz silah kuru sıkı çıktı ben de sandalyeyle kafasını kırdım.
Kalın sağlıcakla.