Sinemanın temelinde resim vardır. Suret ve tasvir. Hareket eden suretler. Bir tür fotoğraflar geçidi. Tamıtamına "resm-i geçit". Hız ve süratin çocuğu sinema. Modern fiziğin. Ancak resme değilse bile ressamlara ilgisinin geçmişi aslında çok gerilere uzanmıyor. +Bilebildiğim kadarıyla değil, daha çok görebildiğim kadarıyla.
Goya hakkında —ancak ikincisi seyredebildiğim— iki filmden haberdarım. İlki Carlos Saura'nın Goya en Burdeos (1999); ikincisi Milos Forman'ın Goya's Ghosts (2006).
Forman'ın filmi daha çok Goya'nın gravürlerinden hareket ediyor. Hayaletlerinden. Çizimlerinden.
Açıkça söylemek gerekirse, bir sanat yapıtından çok, bir pazar mamülü. Ortalama seyirciyi hedefleyen bir film. Bir melodram.
Mozart, Goya'dan daha dramatik bir kişilik olduğundan değil, muhtemelen Amedeus'un yönetmeni kulaklarına gözlerinden daha düşkün olduğu için.
Prado'da daha çok vakit geçirseydi, acaba sonuç biraz daha farklı olabilir miydi?
Bunu bilemem ama hiç değilse bir Peter Shaffer daha bulabilseydi, o takdirde sonuç çok daha farklı olabilirdi. İşte burası kesin.
* * *
Ed Harris'in yönettiği ve oynadığı Pollock (2000), tam bir Amerikan fıkaralığı.
Filmi de ne yazık ki ancak Pollock'un kendisi kadar etkileyici.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Paris'ten New York'a göçmeye başlayan modern sanatın özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra nasıl olup da bir Amerikan silahına dönüştüğü bilinen hikâyedir.
Amerikan avangardı versus Sovyet gerçekçiliği.
Her ikisi de insana yabancı. İnsanın varoluşsal çelişkilerine. Derinlikli bir dünya kavrayışından mahrum bir sanat. Ruhsuz. Her türlü diyalektik gerilimden uzak. Buna rağmen sanatçının güya bireysel çıkmazlarından zuhur edeceğine inanılan peygamberâne ilhamlar ve bu ilhamlardan insanlık vicdanına düşecek birkaç ışık huzmesi.
Sonuç: Action Painting.
Sovyet gerçekçiliğinin estetik değeri ise, ancak Moskova'daki Stalin'in piramidleri kadar. Sözümona Yedi Kızkardeş kadar.
* * *
Julie Taymor'ın yönettiği Frida (2002), artan bu eğilime kadınca bir katkı.
Hakkını yemeyelim, muazzam bir çaba. Lâkin bir türlü önceliğin ne olacağına karar verilemediği için tam bir keşmekeş. Akılda ne kalıyor? Sanatın en büyük zaafı: Kahraman. Acıların kadını. Pinpon topu. Çin işkencesi.
Frida'nın dramı yönetmen tarafından kadınca bir duyarlılıkla ne yazık ki trajedisinin önüne geçirilmiş. Tıpkı Frida'nın da gerçek hayatında denediği gibi.
Filmde her türlü sos var. En hırpalananı ise sosyalizm. Toplumun geleceğine duyulan güven. Ütopya.
Yeniyüzyılın gelecek tasavvuru en az Frida'nın bedeni kadar güçsüz ve zayıf.
* * *
Tabloların, hiç değilse bir tablonun öyküsünü anlatmaktansa bir ressamın çalkantılı hayatına el atmak yönetmenlere daha çekici ve daha sorunsuz geliyor olmalı. Resmin öyküsünün ressamın öyküsüne feda edilişi. Bir istisnası var bu eğilimin. Peter Webber'in yönettiği Girl with a Pearl Earring (2004).
Webber, Hollandalı ressam Vermeer'in bir tablosunu konu ediniyor: Kuzeyin Mona Lisa'sını. İnci Küpeli Kız'ı.
Bir ressama ve bir tabloya dikkat çekmesi bakımından bu film önemli.
Hiç değilse seyirlik düzeyde.
Bu kadarcık.
* * *
Son olarak Tim Dunn'un Claude Monet'den hareketle anlattığı üç bölümlük The Impressionists (2006) dizisi. Bu filmi henüz temin edip seyredemedim.
Dersimi çalışıyorum. Seyredince, söz, listeme onu da ekleyeceğim.
* * *
Resimden ve ressamlardan söz edip de belgesellerden söz etmemek olur mu?
BBC'nin iki yapımını muhakkak zikretmeliyim:
Birincisi The Private Life of a Masterpiece (2001-2006). Sanatseverler hemen hatırlayacaktır, TRT bu diziyi Tuvaldaki Başyapıt adıyla yayımlamıştı. (Arşivimde kayıtlı bölümler şunlar: Pierro della Francesca, Brueghel, Ucello, Vermeer, Velasquez, Rembrandt, Whistler, Renoir, Van Gogh, Gauguin, Picasso.)
Yapıtların analizi yapılırken pentimento'ların, yani ressamların tuval üzerinde yaptıkları değişikliklerin ihmal edilmemesi, amatör sanatseverlerin yapıtların ikonografisine nüfuzları bakımından eşsiz bir katkı olarak değerlendirilmelidir. (Son dönemlerde dünyanın bazı büyük müzelerinde artık tabloların yanına pentimento bilgilerinin eklendiğini bilhassa belirtmeliyim.)
Ancak bu dizinin küçük bir zaafı var: O da biraz ekonomik, biraz da siyasî nedenlerle olsa gerek sanatçıların yapıtlarının genellikle Londra'daki müzelerden, bilhassa National Gallery of Art'tan seçilmiş olması.
Başyapıtların çoğu Londra'da. Adı üstünde BBC yapımı, hani Paris, hani New York, hani Prado diye sormamalısınız. Eldekiyle yetinip seyretmelisiniz. Ancak bu işi yapmadan önce kendinize yayımlanan bölümleri kaydetmek basiretini gösteren vefakâr bir dost bulmalısınız.
* * *
İkinci yapım, yine BBC yapımı olan Simon Schama's Power of Art (2006).
TRT bu diziyi de yayımlamıştı: Simon Schama ile Sanatın Gücü.
Ancak kaç bölüm yayımlandığını bilemiyorum. Bildiğim arşivimde kayıtlı olanların orijinaline nisbetle çok sınırlı olduğu. (Bernini, Caravaggio, Rembrandt, Jacques Louis David, Turner, Van Gogh, Picasso, Rothko.)
Anlama/yorumlama yeteneğinin artması öncelikle bilgi düzeyinin artmasına bağlı.
Bu tür dizilerin yararı ortalama resim bilgisini artırmaları, ve görmeyi öğrenmek isteyenlere yol göstermeleri.
İster istemez ikonolojik (yorumlama) düzeyi çok sınırlı kalır bu yapımların. Daha çok ikonografik açıdan izlenmeli. Tanımlama ve çözümleme gücünü artırmak bakımından.
* * *
"Yağlı boya tablo eskimeye yüz tuttukça bazen şeffaf bir hal alır. Bu olduğunda kimi tablolarda ilk fırça darbelerini görmek mümkündür.
Kadın elbisesinin içinden görülen ağaç. Köpeğinden kaçan bir çocuk. Artık denize açılmayan eski bir tekne. Buna pentimento denir. Çünkü ressam vazgeçmiş, fikir değiştirmiştir."
Fred Zinnemann, Julia adlı filmini 40'lı yılların ünlü Amerikalı yazarı Lillian Helmann'ın bu cümleleriyle başlatır. Zaten bu filmin de yazarı olan Lillian Hellman, "resmin içindeki resmi" kazıyarak hayatındaki çok özel insanları "pentimento" yöntemiyle ama bir edebiyatçı özeniyle gözler önüne sermişti. ("Pentimento" adlı kitabı Türkçe'ye de çevrilen Lillian Hellman, McCarthy'nin komünist avına çıktığı yıllarda meşhur "The House of Un-American Activities Committee" tarafından sorgulanan sanatçılardan biriydi. )
Pentimento; ressamın beğenmediği bir tablosunu ya da bir bölümünün üzerine astar geçtiğinde zamanla başka bir resmin ortaya çıkmasından başka bir şey değil. Zemindeki boya, geçen zamanla asıl resmin renklerine baskın çıktığında "geçmiş" kendini olanca gizemiyle ele veriyor. Ressamlar arasında bu tekniği bile bile kullananlar da var.
Fikirler değişse de, geçmiş geçmez...
* * *
Ya Raoul Ruiz'in yönettiği Klimt (2006)?!
Sözü uzatmaya gerek yok, tam bir felâket. Heba edilmiş bir ödeneğin kokusu sinmiş üzerine. Üstelik John Malkovich'in standartlaşmış mimiklerinin artık taşıyamaz hâle geldiği karizmayla birlikte tuhaf bir sentez çıkmış ortaya. Bir bulamaç.
Yönetmen Klimt'i ve yapıtlarını seyircinin gözünder kaçırırken bari onun yerine kendilerine hoş bir hikâye verseydi.
Ne ki o kadar cömert de davranmamış.
Niçin? Acaba sanatçı üzerinden sanatın özüne işaret edilemez mi?
İşte Sainte Colombe (Dünyanın Tüm Sabahları), işte Mozart (Amedeus), işte Edith Piaf (Kaldırım Serçesi)...
Üç büyük müzisyen, üç büyük sanatçı...
Filmlerin üçü de birer müzik ziyafeti olarak seyircilerinin belleğinde yer etmemiş midir?
Pek tabii ki.
Alain Corneu, Milos Forman, Olivier Dahan... üç yönetmenin de başarmak zorunda olduğu buydu zaten. Sanatçının öyküsü üzerinden icrâ ettikleri sanatın özüne işaret.
Peki ya iş resme gelince?
Bu sanat dalının talihi müzik kadar yaver gitmişe benzemiyor. Modigliani ayarında bir etki bırakanına henüz rastlayabilmiş değilim.
* * *
Talibe mazaret dayanır mı?
Yeterki iste. "Görmeyi nasıl öğrenebilirim?" demekten utanma, ve görmenin öğrenilebilir bir keyfiyet taşıdığına inan.
Dinlemek gibi. Tatmak, koklamak, dokunmak gibi.
Duyuların da kemâli var. İstidadı (bilkuvve) olan herşeyin, kemâli de vardır.
İstidad, sahibine kendisini fiile çıkarması için yalvarır durur. Gerçekleşmek ister. Zuhura çıkmak, tahakkuk etmek için ummanlara salar zatını. Çıkamazsa, tahakkuk edemezse, sahibine ızdırab verir. Sırf zevâlde kaldığı için, kemâle eremediği için. Kabza yol açar. Sahibine dünyayı dar eder.
Tutku denilen hâl de budur aslında. İstidadın kemâlini taleb etmesi. Sahibini zorlaması. Amacına ulaşamadığında onu helâk etmesi.
Ferhad'a dağları deldiren işbu istidaddır. Aşıklık istidadı.
Ne demiş şair?
Bende Mecnun'dan füzun aşıklık istidadı var.
Aşık-ı sadık menem, Mecnun'un ancak adı var.
Peki ya bu istidad, bu kabiliyet, bu yetenek yoksa?
İstidad eksikliği (gaflet), kişiyi ızdırab çekmekten korur, dağları delmekten, çöllerde gezmekten, uykusuz kalmaktan... Nâdan hâlinden memnundur, çünkü kendisini huzursuz ve rahatsız edecek bir istidaddan mahrumdur. Onu terbiye edecek bir isimden.
İsimsiz kim var bu âlemde?
Kimse!
Şeytanın bile bir ismi var. Hakkın isimlerinden Mudıll. Yani saptıran, yoldan çıkaran.
O dahî onu terbiye eden ismin hakkını vermeye çalışıyor. Kemâle. O dahî özünü gerçekleştirmeye ve en azından takipçilerini kemâliyle yoldan çıkarmaya çalışıyor.
İstidad nasıl ortaya çıkar?
Pek tabii ki terbiyeyle. Bir dokunuşla. Michelangelo'nun tasvir ettiği gibi bir parmak ucunun değişiyle.
* * *
İlhamını bir tablodan alan filmleri de ihmal etmemek gerek. Bir tabloya işaret eden ve/veya bir tablonun eşlik ettiği filmler. Meselâ Roger Michell'in yönettiği Venus (2006) de bunlardan biri.
Velasquez'in Aynalı Venüsü'nden mülhem.
Senaryo Hanif Kureyşi'ye ait. Londra'da Felsefe tahsil etmiş bir yazara.
Yaşlı bir aktörün 'cemâl'e düşkünlüğü bundan daha güzel anlatılabilir miydi, bilemiyorum.
Görünürde basit ve sıradan bir İngiliz filmi gibi. Sanki eğlencelik. Oysa Peter O'Toole'ün muhteşem oyunculuğu sayesinde filmin dramatik etkisi hiç azalmıyor, aksine sürekli tırmanıyor. O'Toole —Anthony Hopkins gibi— gözleriyle oynayan bir aktör. Filmin finali çok hazin bu yüzden.
Cemâlin kokusunu duymak için saç diplerinde gezinen zavallı bir ihtiyarın trajedisi.
Yaşlanan beden, sanatçının muhayyilesi ise sürekli diri ve genç. Belleğinin işkencesine maruz. Biriktirdiği güzelliklerin silinmez deneyimlerine.
İstidadı var. İradesi var. Lâkin kudreti yok.
Tecelliyi sade seyirle yetinmek zorunda. Kapı deliğinden bakmakla.
* * *
Görmeyi öğrenebilirsin ey talib! Cemâli. Güzeli. Güzelliği.
Ama bir koşulla! Bedelini öğrenmek koşuluyla.
"Bedeli nedir?" diye sorarsan, hemen söyleyeyim:
Hak herkese değil, bazı insanlara cemâli görme istidadı verir. Bu bir imtiyazdır, ve tabiatıyla her imtiyazın ödenmesi gereken bir bedeli vardır: Cemâle âşina olmayan gözlerin aksine çirkinden kolayca teessür.
Güzeli tanımayanlar çirkinden etkilenmezler. Nasıl etkilensinler ki? Bakarlar ama görmezler.
Görmeyi öğrenmeyi istersen ey talib, çirkine dayanacak gücün de olsun!
Çirkine, yani günaha.
Eylemi ciddiye almanın adıdır günah!